Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir meselesi vardı. ‘Çok partili demokrasi’ye geçmek. 1925’den itibaren birkaç kere denenmiş, Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan başka fırkalar kurdurulmuş, güvenilen adamlara muhalefet görevi verilmiş, kısa sürede pişman olunarak o fırkalar kapatılmış, kurucuları cezalandırılmıştı. Bütün bu çabalarda iradi bir özellik vardı. O dönemde dünyanın hemen her ülkesinde tek adam diktaları vardı. Hitler, Napolyon en ünlüleriydi. İspanya’da da, İtalya’da da durum farklı değildi. Öyle bir dönemdi. Hemen her yöneten tek adam nüfuzuyla istediği tarzda ülkesini yönetiyordu. Türkiye belki de onlara benzememek için çok sayıda fırkası olsun istiyordu. Ama olmuyordu.

İkinci dünya savaşı bittiğinde tek adam yönetimleri birer birer tükendiler ve ırk adıyla anılan ulus devletler kuruldu. Amerika’dan yayılan, İngiltere kökenli bir düşünce, ortalığı kasıp kavurdu; Demokrasi. Tüm yönetim şekilleri, usulleri arasında en az kötü olan demokrasi tüm dünyanın yeni değeri haline geldi. Hemen her milletin ulaşmak istediği hedef haline gelen demokrasi, kalkınmanın, gelişmenin ifadesi haline geldi. Ama kimsenin bilmediği, sıradan kimsenin bilmediği bir paylaşma ve anlaşma sağlanmıştı. Dünya iki kuvvet arasında, iki uygulama arasında paylaşıldı. Bir tarafta para eksenli idare biçimi (kapitalizm) bir tarafta üretilen her şey devletin, devlet eşit paylaştırır düşüncesi (Sosyalizm-Komünizm).

Türkiye para eksenli (kapitalci) bilokta yer aldı. Buna Batı biloku denildi. Karşı tarafa ise Doğu biloku denildi. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın cenazesini kaldıran Batı biloku ile nasıl bir araya gelebilmişti? Türklerin çoğunlukta olduğu Rusya ve Çin ile nasıl düşman bilokta yer alabilmişti? Batı bilokunda yer alınca Türkiye bir takım milletlerarası anlaşmalara da imza atınca, Birleşmiş Milletlere, NATO’ya üye olmayı hedefleyince, çok partili hayata geçilmesi kaçınılmaz olmuştu. 1945-1946 yılında CHP’den ayrılan 4 kişi Demokrat Partiyi kurdular ve seçimlere katıldılar. Ancak 1946 seçimlerinde devlet gücü kazanacağı şüpheli olan Demokrat Parti’ye değil, kazanacağı kesin sanılan CHP’ye çalıştı. İnsanlar güce tapar. Güç o tarafta görünüyordu.

14 Mayıs 1950 tarihinde ise Demokrat Parti’nin kazanacağına inanan millet çoğunluğu, devlet gücünü aşarak iktidara geldi. İşte o gün Türkiye’de kazanan kesimlerce demokrasi günü kabul edildi.

Az gittik, uz gittik, bir de arkamıza dönüp baktık ne kadar yol gittiğimizi anlamak için, bir de ne görelim. Keşke görmeseydik. Hayal kırıklığı. Şimdi bazı insanlardan şaşkınlıkla demokrasi aleyhine sözler duyuyorum. ‘Peki, yerine ne tavsiye ediyorsunuz*’ dediğimizde verecekleri, verdikleri cevap karmaşa. Rejim değişikliği anlık düşünce kırıntılarıyla olmaz. Alt yapı gerekir. Osmanlı batarken, ölürken, öldürülürken 200 yıl batılılaşma çalışması yapıldı. Yine de olmadı. Şimdi kendi medeniyetimize dönelim denilse, üç yüz yıl çalışma gerekir.

Demokrasi, halkın kendini doğrudan ya da temsilcilerle yönetmesi İnsan nevinin bir ortak değeridir. Bu ortak değer adaletle, insafla, vicdanla, merhametle, şefkatle zinetlendirilebilir. O zaman İslam alemi için de başkaları için de saadet sebebi olabilir. Kişisel ihtiraslar, doymazlıklar, usanmazlıklar demokrasiye ait kusurlar değildir. Nitelikli insan her nizama değer katar ve niteliksiz insan her nizama, Allah’ın nizamına bile leke getirir. İslam’a taş attıranlar demokratlar değildir. İslam’a taş attıranlar bizatihi Müslüman kimliğindeki bazı niteliksiz kişilerdir. Dine, dindara, İslam’a verilecek zararın hesabını yapabilecek kapasitede bir hesap makinesi henüz icat edilmedi.