Ortadoğu Gazetesi tarafından, kurucumuz Zeki Saraçoğlu’nun vefat yıldönümünde, onun düşünsel mirasını ve kalem anlayışını gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla, Saraçoğlu Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’nın değerli katkılarıyla bu yıl ilk kez hayata geçirilen “Zeki Saraçoğlu Köşe Yazarlığı Yarışması”, yoğun ilgi ve yüksek katılımla başarıyla tamamlanmıştır. Türkiye’nin dört bir yanından ulaşan bini aşkın başvuru, nitelikli yazıya, özgün fikre ve ifade gücüne duyulan ilginin ülke genelinde ne denli güçlü bir karşılık bulduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Türkiye’nin dört bir yanından gelen binin üzerinde başvuru, aslında ne kadar güçlü bir ifade arayışının sürdüğünü bir kez daha gösterdi. Her metinde ayrı bir ses, ayrı bir dert, ayrı bir bakış açısı vardı. Jürinin bu yıl “çok zorlandık” demesinin sebebi de tam olarak buydu. Titiz ön kontroller, anonim değerlendirmeler ve çok aşamalı jüri sürecinin ardından, yılın en etkileyici üç köşe yazısı belirlendi.
Yarışma Sonuçları
1. Adile Kaya – “Bir Toplum Ne Zaman Susmaya Başlar?”
2. Muzaffer Erdem – “Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?”
3. Yasemin Kocaman – “Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?”
3. Olan Yazı: Yasemin Kocaman
-
Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?
Son yıllarda herkesin ortak bir şikâyeti var: “Hiçbir şeye zaman kalmıyor.” Her sabah aynı cümleyle başlıyoruz hayata: “Bugün çok işim var.” Akşam olduğunda ise bambaşka bir cümleyle kapatıyoruz günü: “Hiçbir şey yetişmedi.” Garip değil mi? Teknoloji ilerledikçe kolaylaşması gereken hayat, tam tersine daha yorucu, daha hızlı, daha yoğun hâle geldi. Her şeye anında ulaşabildiğimiz bir çağda, kendimize ulaşamaz olduk. Ve en tuhafı: Bu kadar meşgul olup yine de bu kadar eksik hissetmek.
Bu eksiklik, sonradan gelen bir duygu değil. Aksine, gün boyunca içimizde ağır ağır biriken, görünmez bir ağırlık. Sabah işe giderken hissediyoruz, öğle arasında nefes alırken hissediyoruz, akşam eve gelip koltuğa oturduğumuzda daha çok hissediyoruz. Meşguliyetin bizi doldurması gerekirken, aksine tükettiğini fark ediyoruz. Peki ama neden?
Birincisi, meşguliyeti bir performans göstergesine dönüştürdük. Sanki sürekli dolu görünmek, hayatı verimli yaşadığımızın kanıtıymış gibi. Takvimlerimizde boşluk olması bizi rahatsız ediyor. Bir saatliğine bile boş kalmak, bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi hissettiriyor. Bu yüzden sürekli yeni sorumluluklar, yeni işler, yeni hedefler yüklüyoruz kendimize. Ancak unuttuğumuz bir gerçek var: Dolu görünen her hayat, dolu yaşanan bir hayat değildir. Zamanı doldurmak kolaydır; ruhu doldurmaksa bambaşka bir mesele.
İkinci büyük problem, dikkatimizi bin parçaya bölen dijital akış. Telefonlarımız günün her saatinde elimizin altında. Bir bildirim sesi, bir mesaj, bir e-posta derken dikkatimiz sürekli bölünüyor. Bir işe odaklanmak yerine birden fazla işin yarım yamalak ucundan tutuyoruz. Bu durum hem zihinsel yorgunluk yaratıyor hem de tatminsizlik hissini büyütüyor. Çünkü insan, ancak yaptığı işe bütün varlığıyla odaklandığında doyum hisseder. Ama biz artık hiçbir şeye tam odaklanamıyoruz; dolayısıyla hiçbir şey bize tam iyi gelmiyor.
Üçüncü mesele ise ilişkilerimizin giderek yüzeyselleşmesi. Bir zamanlar uzun sohbetlerin yerini kısa mesajlar aldı. Birlikte geçirilen zamanların yerinde şimdi ayrı ayrı ekranlara bakmalar var. Dostluklar dijitalde sürüyor gibi görünse de içten içe zayıflıyor. Çünkü yakınlık ancak zamanla ve emekle canlı kalır. Oysa biz ne zaman bir arkadaşımızı arasak, “Rahatsız eder miyim?” diye düşünüyoruz. Ne zaman biri bizi arasa, “İki dakika sonra arayayım, şimdi meşgulüm.” diyoruz. Bu yüzden görünürde çok bağlantımız var ama içsel olarak daha yalnızız. Eksiklik duygusunun önemli bölümü de buradan geliyor.
Dördüncü bir sebep ise kendimize karşı sabırsız hâle gelmemiz. Kendimizi geliştirmek istiyoruz, daha iyi bir hayat kurmak istiyoruz ama her şeyi hızla yapmak zorunda olduğumuzu sanıyoruz. Sükûneti unuttuk. Beklemeyi unuttuk. Her şeyin anında olmasını istedikçe, hayatın doğal ritmiyle uyumumuzu kaybettik. Halbuki insan değişmek için zamana ihtiyaç duyar, anlamak için zamana ihtiyaç duyar, kabullenmek için zamana ihtiyaç duyar. Meşgul olduğumuz için değil; kendimize karşı sabırsız olduğumuz için eksik hissediyoruz.
Fakat işin en çarpıcı yanı şu: Meşguliyetin büyük bir kısmı gerçek değil, zihinsel. Bedenimiz bir işe odaklanıyor gibi görünse de zihnimiz sürekli başka yerlere gidiyor. “Birazdan yapmam gereken iş var.” “Yarın önemli bir toplantı var.” “Telefonu kontrol etsem mi?” Bu bitmek bilmeyen iç konuşma, bizi sürekli bir telaş hâline sokuyor. Böyle olunca meşguliyet, gerçek bir üretimden çok bir stres döngüsüne dönüşüyor.
Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? Bunun basit bir cevabı yok ama birkaç temel farkındalık her şeyi değiştirebilir. Birincisi, meşgul olmayı değer göstergesi olarak görmekten vazgeçmek. Gerçek değer, ne kadar çok şey yaptığımızda değil; yaptığımız şeyin bizde nasıl bir iz bıraktığında gizlidir. Bazen bir saatlik bir yürüyüş, tüm gün süren bir işten daha anlamlıdır.
İkincisi, dijital gürültüyü azaltmak. Telefonu sessize almak, bildirimleri kapatmak, belirli aralıklarla ekrandan uzaklaşmak. Bunlar küçük gibi görünen ama zihni inanılmaz derecede rahatlatan adımlar. Dikkati toparlayan, ruhu dinginleştiren, meşguliyetin içinden anlamı seçmeyi kolaylaştıran adımlar.
Üçüncüsü, zamanın niteliğine odaklanmak. Saatlerce çalışmak değil; sindirerek, hissederek, bilinçli bir şekilde çalışmak önemlidir. Aynı şekilde, saatlerce bir arkadaşla oturmak değil; onunla gerçekten konuşmak, onu dinlemek, bağ kurmak değerlidir.
Dördüncüsü, durmayı öğrenmek. Durmak tembellik değildir. Durmak, düşünmek için alandır. Durmak, kendimizi duymak içindir. Durmak, ruhun yükünü indirip nefes alması içindir. Durmadığımız için yoruluyor, yorulduğumuz için eksik hissediyoruz.
Ve son olarak; kendimize karşı daha merhametli olmak zorundayız. Her şeyi aynı anda yapamayabiliriz. Her şeye yetişemeyebiliriz. Bazen yetersiz, bazen şaşkın, bazen kırgın olabiliriz. Bu insan olmanın doğal hâlidir. Eksiklik hissetmek, yanlış gittiğimizin değil; fazla yük taşıdığımızın göstergesi olabilir.
Belki de artık kendimize şu soruyu sormalıyız: “Gerçekten meşgul olduğum için mi bu hâle geldim, yoksa beni ben yapan şeyleri ihmal ettiğim için mi?” Cevap büyük ihtimalle ikincisi. Çünkü insan ancak kendine dönünce tamamlanır; kendi iç sesini duyduğu anda eksikliği azalır; gerçekten yaşadığı anlarda ruhu genişler.
Ve belki de hepimizin duymaya ihtiyacı olan cümle şu: Hayat, meşgul oldukça değil; fark ettikçe güzelleşir.
2. Olan Yazı: Muzaffer Erdem
-
Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?
Masada bir fincan kahve vardı; içilmedi. Çünkü kahve, önce paylaşılmalıydı. Balkon manzarası arkasına alındı, fincan en güzel açıyla yerleştirildi, fotoğraf defalarca çekildi. Kahve soğudu, paylaşım yapıldı. Oysa soğuyan yalnızca kahve değildi.
Bu küçük sahne aslında çağımızın özeti. Gösterilecek çok şeyimiz var, ama gerçekten yaşayacak çok az şeyimiz kaldı. Hepimiz bir şeylerin peşinden koşuyoruz; takvimlerimiz dolu, listelerimiz uzun, bildirimlerimiz bitmiyor. Fakat tüm bu telaşın içinde içimizde açıklayamadığımız bir boşluk dolaşıyor. Hep meşgulüz; ama hep eksik.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardı bu topraklarda; bir yudum paylaşılan sıcaklık, ömür boyu saklanan bir vefa demekti. Ama şimdi soğuyan kahveler, soğuyan gönüllerle içildi; fincanlar kırıldı, hatırlar unutuldu. Hatırın yerini beğeniler, sohbetin yerini ekranların soğuk ışığı aldı. Bir zamanlar bir fincan kahveyle kurulan gönül köprüleri, bugün dijital boşlukta sessizce yıkıldı.
Çocuğumuz bir şey anlatırken “bir dakika” diyerek telefona gömülüyoruz. O dakika geri gelmiyor; çünkü kaçırdığımız şey bir sözcük değil, bir an. Yaşlılarımız konuşurken kulaklarımız başka yerde oluyor. Dostlarımızın sessiz çığlıklarını işitmiyoruz. Böylece bağlarımız kopuyor, anlamımız eksiliyor.
Kaybolan şey yalnızca zaman değil, aynı zamanda hayallerimiz, umutlarımız ve içsel dünyamızdır. Artık hayaller kurmuyoruz; geleceğe dair tasarımlarımızın yerini günü kurtarma telaşı alıyor. Vizyonsuzluk bile masum kalıyor; çünkü vizyonsuzluk sadece yönsüzlüktür, ama biz çoktan hayal bile kuramayacak bir noktaya sürüklenmiş durumdayız. Ya geçmişin yükleriyle ya da geleceğin kaygılarıyla oyalanırken, tam yanı başımızdaki küçük mutlulukların içinden geçip gidiyoruz. Kahvenin kokusu burnumuza ulaşıyor ama tadına varamıyoruz; balkonda oturuyoruz ama gökyüzüne bakmıyoruz; sevdiklerimiz yanımızda ama onlara dokunmuyoruz.
Oysaki çocukken, hayallerimiz rengârenk bir sandık gibiydi; içine koyduğumuz her dilek ışıldar, her oyun sonsuz bir evren yaratırdı. Bugün ise aynı sandığı açıyoruz ve içinden yalnızca telaş, kaygı ve yorgunluk çıkıyor. Geleceğe uzanan o sınırsız imgelem gücünü, gündelik hayatın gri duvarlarına sıkıştırmış durumdayız. Belki de o hayaller, yoktan var oluşun küçük mucizeleriydi.
Kur’an’da yaratılış ayetlerinde Allah, meleklere “Ben sizin bilmediğinizi bilirim.” der. O bilinmeyen, insana bahşedilen en büyük ayrıcalıktır: seçme ve karar verme özgürlüğü. Yoktan var edildik ve bize seçme özgürlüğü armağan edildi. Bu özgürlük, sıradan bir hak değil, varoluşun en derin anlamıydı. İnsan, sevmeyi seçtiğinde ışığa yürüyordu; merhameti seçtiğinde göğe yaklaşıyordu; iyiliği, hoşgörüyü ve paylaşmayı seçtiğinde insan olmanın şerefine erişiyordu. Özgürlük işte buydu: yalnızca dilediğini yapmak değil, ruhunu yücelten yolu seçebilmekti.
Ancak sevgiyi hırsa, merhameti öfkeye, paylaşmayı bencilliğe feda ettik. Oysaki yoktan var edilmek mucizeyse, özgürce seçim yapabilmek o mucizenin en büyük lütfuydu. Fakat biz bu lütfu unuttuk ve şimdi içimizde büyüyen boşluk, aslında seçme özgürlüğümüzün elimizden kayıp ekranların arkasındakilere devredilmesidir; özgürlüğümüzü kalbimizin sesine değil, dijital çağın soğuk ışıklarına teslim ettik. Anlamın ve hakikatin izi tüm benliğimizden giderek silikleşti ve ruhumuz fakirleşti.
Çırpınıyoruz; ama nereye gittiğimizi bilmeden. Çaresizlik ve tükenmişliğin kronikleştiği koca bir kaosun ortasında, suyun yüzeyinde kalmaya çalışan ama görünmez bir akıntıya kapılan bir insan gibiyiz. Üstelik bu hâlimizi gizlemeyi de öğrendik. Sosyal medya hesaplarımızda parlak gülüşler, kusursuz kahvaltı masaları, yapay bir mutluluk sergiliyoruz. Bir fotoğraf filtresi, ruhumuzdaki fakirliği gerçekten örtebilir mi?
Bugün şehirler ışıl ışıl vitrinlerle dolu. Daha çok işimiz, daha çok eşyamız, daha çok hızımız var. Ama o vitrinlerin ardında yalnızlık büyüyor. Artık sohbetlerimiz yüzeysel, duygularımız hızla tüketilen birer meta. Fotoğraf çekiyoruz ama bakmıyoruz, dinliyoruz ama anlamıyoruz. Duygularımızın derin kuyularını, sosyal medyanın kaygan yüzeyinde kaybediyoruz. İnsanlar ekranlarda gülümseyen pozlar veriyor, fakat gözleri yorgun ve sessiz. Daha çok paylaşım yapıyoruz ama daha az konuşuyoruz. Bir dostla yan yana oturuyoruz ama ruhlarımız birbirine değmeden kalkıyoruz.
Hepimiz görünmez bir koşu bandında yürüyoruz; adımlarımız hızlandıkça manzara değişmiyor, sadece nefesimiz tükeniyor. Bedenimiz yetişiyor ama ruhumuz geride kalıyor. Günler geçiyor, yıllar kayboluyor; bizse geriye dönüp baktığımızda dolu takvimlerimizin içinde boşalmış hayatlarımızı buluyoruz. Oysa var olmanın anlamı, adımlarımızı özgürce yönlendirebilmekti. Ve fark ediyoruz ki, en çok da anı yaşamayı kaçırmışız.
Bu durumu anlatmak için metaforlar bazen gerçeğin kendisinden daha açıklayıcıdır. Ruhsal yoksulluk, susuz bir toprak gibidir; ne kadar yağmur yağarsa yağsın canlılık yeşermez. Ya da boş bir tiyatro salonunu düşünün: ışıklar yanar, sahne hazırdır, perdeler açılır ama ortada oyuncu yoktur. Ruhumuz da böyle: sahne var, seyirci var, ama asıl oyunu oynayacak olan içsel zenginlik ortadan kaybolmuş.
Bin yıldır bu topraklarda bizi biz yapan bir kimlik vardı: Anadolu kimliği. Taşın sertliğini, toprağın bereketini, suyun berraklığını, gökyüzünün enginliğini kendi içinde taşıyan bir kimlik… Merhametin yürekleri yumuşattığı, hoşgörünün dilleri birleştirdiği, misafirperverliğin kapıları ardına kadar açtığı, tevazunun insanı yücelttiği bir kimlikti bu. Komşuluk, sadelik, kanaatkârlık ve vicdan, Anadolu’nun sessiz ama derin kökleri gibiydi. Anadolu kimliği, kalplerin ortak diliydi. Bizi bin yıl boyunca ayakta tutan, işte bu kimlikti: Anadolu kimliği. Toprakla yoğrulmuş, gökyüzüyle beslenmiş bir ruh…
Fakat bugün aynaya baktığımızda o ruhun siluetini bile seçemiyoruz. Merhamet, yerini acımasızlığın sert rüzgârına bıraktı; sadelik, gösterişin sahte ışıltısında kayboldu. Kanaatkârlığın dingin sesi, hırsın gürültüsüyle bastırıldı; samimiyet, yapaylığın soğuk maskesi altında soldu. Bin yıllık birikimimiz, dijital çağın uğultusunda giderek silikleşen bir gölgeye dönüştü.
Meşguliyetin gürültüsünde paylaşılan ekmeğin bereketini, kapı eşiğindeki selamın sıcaklığını, göğe bakmanın sükûnetini yitirdik. Şehirler büyüdükçe bizi biz yapan tarihsel kimliğimiz eksilerek küçüldü; takvimler doldu, gönüller boşaldı. Hiç gelmeyecek sandığımız o an geldi. O an… Eşiği sessizce geçtiğimiz gerçeğinin farkına dahi varamadık.
Neyi mi kaçırıyoruz? Hakikati.
1. Olan Yazı: Adile Kaya
-
Bir Toplum Ne Zaman Susmaya Başlar?
Bir şehrin gürültüsü, o şehrin yaşadığına delalet etmez. Kornalar çalabilir, pazarlar kurulabilir, inşaat sesleri göğü delebilir; ancak o şehrin vicdanı lal olmuşsa, o toplum derin ve ölümcül bir sessizliğe gömülmüş demektir. Bir toplumun suskunluğu, dudakların mühürlenmesiyle değil, kalplerin katılaşmasıyla başlar. Gözün gördüğünü inkar etmesi, kulağın duyduğunu yok sayması, dilin ise hakikati söylemekten imtina edip "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" kuytusuna sığınmasıyla başlar. Bu, sükûnetin huzuru değil, çürümenin sessizliğidir.
İnsanlık tarihi boyunca sükût, bazen bir erdem, bazen bir tefekkür hâli, bazen de en büyük cevap olarak görülmüştür. "Söz gümüşse sükût altındır" denilmiştir. Ancak bir ilahiyat öğrencisi olarak, kadim metinlerin ve vicdani öğretilerin satır aralarında dolaştığımda, sükûtun altına değil, ateşe dönüştüğü o ince çizgiyi daha net görüyorum. Adaletin terazisi şaştığında, bir mazlumun ahı arşı titrettiğinde, hakikat ayaklar altına alındığında susmak; erdem değil, suç ortaklığıdır. Bir toplum, sabır ile zilleti, tevekkül ile vurdumduymazlığı birbirine karıştırdığı an, manevi omurgası kırılmaya başlar. Bizim suskunluğumuz, sabrımızdan mı yoksa konforumuzun bozulacağı endişesinden mi geliyor? İşte bu soruyu sormaktan korktuğumuz an, gerçekten susmaya başladığımız andır.
Modern zamanların getirdiği en büyük felaketlerden biri, kötülüğü ve haksızlığı "kanıksama" hastalığıdır. Akşam haberlerinde izlediğimiz bir trajediyi, sosyal medyada karşımıza çıkan bir yardım çığlığını, parmağımızın ucuyla kaydırıp geçiştiriyoruz. "Alıştık artık" cümlesi, bir toplumun kurabileceği en tehlikeli cümlesidir. Alışmak, duyarsızlaşmaktır. Alışmak, kalbin üzerindeki o ince merhamet zarının yırtılıp atılmasıdır. Bir toplum, komşusunun açlığına, iş arkadaşının uğradığı mobbinge, sokaktaki hayvanın gördüğü eziyete "alıştığı" zaman, o toplumda söz bitmiş, insanlık askıya alınmış demektir. Ses çıkarmak için ille de büyük meydanlarda bağırmak gerekmez; bazen bir haksızlık karşısında kaşını çatmak, "bu doğru değil" diyebilmek, yüzünü çevirmemek de en gür sedadır. Biz bu reflekslerimizi kaybettik.
Korku, insani bir duygudur ve hafife alınamaz. Kaybetme korkusu, dışlanma korkusu, mimlenme korkusu... Ancak toplumsal suskunluğun tek sebebi korku değildir; asıl sebep, hakikate olan inancın zayıflamasıdır. "Söylesem ne değişecek ki?" umutsuzluğu, korkudan daha yıkıcıdır. Bu öğrenilmiş çaresizlik, bir sarmaşık gibi zihinleri sarar. Oysa tarih, "ne değişecek ki" demeyen, bedel ödemeyi göze alarak "Kral çıplak" diyen o bir avuç cesur insanın omuzlarında yükselmiştir. Bizler, sözün bir "emanet" olduğuna inanan bir medeniyetin çocuklarıyız. Dil, sadece iletişim aracı değil, hakkı batıldan ayırma terazisidir. O terazi bozulduğunda, toplumun güven harcı da dökülür. Kimse kimseye güvenmez olur. Suskun toplumlar, aslında birbirine en çok kuşkuyla bakan toplumlardır.
Bir toplum ne zaman susmaya başlar biliyor musunuz? Utanma duygusunu kaybettiği zaman. Eskiden "el âlem ne der" diye bir baskı vardı; bu bazen kısıtlayıcıydı belki ama aynı zamanda otokontrol sağlayan bir ahlâki bariyerdi. Şimdi ise "kim ne derse desin, ben yoluma bakarım" bencilliği, özgürlük maskesi altında kutsanıyor. Başkasının acısına bakıp da yüzü kızarmayan, haksız kazanç sağlarken başı öne eğilmeyen, yalan söylerken sesi titremeyen bireylerin çoğaldığı bir yerde, hakikatin sesi kısılır. Arsızlığın cesaret, edibin ise acizlik sayıldığı bir devirde, sözün hükmü kalmaz.
Peki, bu derin uykudan nasıl uyanılır? Bu suskunluk sarmalı nasıl kırılır? Cevap, yine o ilahi öğretide ve insanın özündedir: "Emr-i bi'l ma'ruf nehy-i ani'l münker" (İyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak) sadece dini bir vecibe değil, toplumsal bir sigortadır. Bu, başkalarının hayatına müdahale etmek değil, ortak yaşam alanımız olan ahlâkı ve adaleti korumaktır. Suskunluk, ancak bireyin kendi vicdanıyla yeniden barışmasıyla bozulur.
"Herkes sussa bile ben konuşacağım, çünkü bu benim insanlık borcum" diyen bir kişinin sesi, binlerce kişinin sessizliğinden daha güçlüdür.
Sözlerimi, kalbime ağır gelen şu düşünceyle bitirmek istiyorum: Yarın huzura çıktığımızda, bize sadece yaptıklarımızdan değil, yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan; söylememiz gerekirken yuttuğumuz sözlerden de sorulacak. "Gördün de neden sustun?" denilecek. O gün, dillerin değil, uzuvların şahitlik edeceği o gün gelmeden, bugün konuşmalıyız. Bir toplum, korktuğu için değil, insan kalabilmek için konuşmalıdır. Çünkü susmak, bazen onaylamaktır ve biz, şahit olduklarımızdan sorumluyuz. Bu suskunluk perdesini yırtmak, bir erdem değil, bir zorunluluktur. Aksi hâlde, sesimizi tamamen kaybettiğimizde, geriye insanlığımızdan da bir eser kalmayacaktır.
Yarışmamıza eserleriyle katkı sağlayan tüm katılımcılarımıza ve güçlü kalemleriyle öne çıkan kıymetli kazananlarımıza teşekkürlerimizi sunarız.
Ortadoğu Gazetesi; düşüncenin serbestçe ifade edildiği, nitelikli yazının değer gördüğü ve toplumsal vicdanı besleyen fikir ortamlarını desteklemeyi sürdürecek; sorumluluk bilinciyle kalem tutan yazarların yanında olmaya kararlılıkla devam edecektir. Bu anlamlı çalışmanın hayata geçirilmesinde emeği bulunan Saraçoğlu Kültür ve Yardımlaşma Vakfı’na, yarışmaya katkı sunan tüm katılımcılara ve seçkin eserleriyle öne çıkan kazananlarımıza teşekkür ederiz.
Ortadoğu Gazetesi