Huşu ile kılınan namazların gönle nakşettiği takva hassasiyeti, kulu namazdan sonra da hayasızlık ve fenalıklara karşı koruyan adeta manevi
bir zırh vazifesi görüyordu. nefis proplemlerini aşmada, şeytanın hile ve desislerine karşı mukavemet göstermet göstermekte büyük bir feraset
basiret ve dirayet kazandırıyordu.
Yani namaz, hem kulu çirkinliklerden uzak tutuyor, hemde mü'minin halini güzelleştiren, hayatına tertip, düzen ve mana katan İlahi bir terbiye oluyordu.
Cenabı Hakkın bizlere örnek olarak takdim buyurduğu ashab-ı kiram, namazı hayatlarının tam merkezine koymuşlardı.
Dini ayakta tutan en sağlam sütunun namaz olduğu şuuruyla, ona sımsıkı sarılıyorlardı.
Onların namaza olan iştiyak ve gayretlerini gösteren sayısız hadislerden biri olan şu misal, ne kadar ibretlidir:
'' Hazreti Ömer, halife iken suikaste uğrayıp ağır bir şekilde yaralanmıştı. Kan kayıbından bayılıyor.
Kendisini bir türlü ayıltamıyorlardı. Fakat namaz vakitleri geldiği zaman bir kulağına eğilip, Namaz ya Ömer namaz, diye seslenince,
Mü'minlerin Emiri, Hazreti Ömer, hayret verici bir iradeyle ayılıyor ve o, haliyle namazı eda ediyordu.
Ardından da; '' Namazı olmayanın İslam da yeri yoktur '' deyip, tekrar kendinden geçiyordu.
Resulullah Efendimizin de hakiki bir mü'minin namazla ne derin gönül irtibatı içinde bulunması gerektiğine işaret sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
'' Mü'min vefat edip de kabre konulduğunda Güneş batış halinde ona temessül ettirilir. Mü'min '' mevta'' gözlerini ovuşururak oturur ve '' Bırakınız beni, namaz kılayım '' der. (İbn. Mace).
Bizler zirvelere dahi ulaşsak, ashabın haline ne kadar yaklaşmaya çalışsak bile, onlara ulaşamayız.
Cenab-ı Hak, göz açıp kapayıncaya kadar, bizleri nefsimiz eline bırakmasın.Çünkü insanoğlunun en büyük düşmanı kendi nefsidir
---