BAĞDATLI Hasan Dede, Rufai büyüklerinden biridir. Çevresinde birçok talebesi olduğu halde, kendi oğlu bir türlü bu gençlerin arasına girmez.

Son derece uçarı ve avare bir hayat yaşar. Dede, bu duruma çok üzülür. Ama bir türlü meseleyi çözemez. Bir gün başın ellerinin arasına alarak; “Yarabbi” der.

“Bıçakları emrine alıp kesmez, demiri batmaz hale getirdiğim halde, şu oğlanın kalbine himmetimi ulaştırıp çalışma ve okuma zevkini veremedim.

Yoksa bir insan kazanmak uğruna şefkatimin büyüklüğünü, sabrımın derinliğini ölçmek için beni sınar mısın?” diye acı acı yakarır. Öte yandan oğlu azıttıkça azıtır. Bir gün işittiği “Ab-ı hayat”ı bulmak için dünyayı dolaşmaya karar verir. Gerekli parayı bulmak için kötü bir plan hazırlar: “ Bir gün babamı Fırat’a kayıkla gezmeye çıkarır, açılınca kayığı batırırım.

Babam ihtiyar olduğundan kalbi tutar, kıyıya kadar yüzemez. Böylece mirasına sahip olurum. Satar, istediğim ab-ı hayatı aramaya çıkarım.” Bu düşüncelerle bir gün babasına şu teklifi yapar: “Gel baba, sıkılmış görünüyorsun. Seni Fırat’ta şöyle bir kayıkla gezdireyim.”

Hasan dede de oğluyla baş başa kalıp ona nasihat etme fırsatı kolladığı için bu teklifi kabul eder. Sahilden biraz açılınca hayırsız oğul, gözlerini babasına diker, bedenini garip bir ürperme kaplar. Ama yine de kararından dönmez.

Hasan Dede gönül gözüyle olup bitenleri seyretmektedir. Olacakların farkındadır. Oğlunu derin derin süzerek konuşmaya başlar: “Kimse vaktinden evvel ölmez oğlum.”

Delikanlı bu sözleri tesadüfe bağlayarak şu cevabı verir. “Elbette öyle baba.” Ancak, bu cevapta alaylı bir üslup vardır. Zira babasının söylediklerine inanmamıştır.

Biraz sonra olacaklardan babasının haberdar olmadığını sanmaktadır. Ancak o sırada havada bulutlar dolaşmaya, gök gürlemeye başlar.

Yağmurla birlikte yakınlarına bir yıldırım düşer. Baba, oğlunu baygın düşüren ve kayığın yarısını koparak yıldırımdan sonra kendini toparlar.

Oğlunu sırtına alır ve kıyıya çıkar. Aradan uzun bir zaman geçer. Oğlunu derin bir utanma duygusu kaplar. Babasına inanılmaz bir itaatle bağlanır.

Ancak babasının yüzüne bakmaktan utanır. Her bakışında babasını öldürme duyusuna niçin kapıldığını sorar. Bu duygularla bir gün evden gizlice çıkıp başını alıp gitmek ister.

Kapıya vardığında babası karşısına çıkar. “Dur oğlum” der. “Biliyorum benden kaçıyorsun ama kendi kendinden kaçabilecek misin?” Delikanlı hayretle cevap verir: “Demek biliyordun. Kayıkta son dakikaya kadar ne düşündüğümü de biliyor muydun?” “ Evet, her şeyi biliyordum evladım.”

“O halde şimdi içimde şüphe kalmadı. Bırak beni başımı alıp gideyim.” Hasan dede bu konuşmadan sonra elini oğlunun omuzuna atarak şunları söyler: “ Hayır gitme. Ben seni affettim. Çünkü benim şefkatim, senin kabahatinden üstündür. Çünkü aradığın ab-ı hayat burada benden bulabileceğine inanıyorum.”

Delikanlı, “Sen bulup içtin mi baba?” diye sorunca; “Evet oğlum. Bu gerçek ilimdir ki insan, Allah ile hemhal olunca ‘ben’ duygusu ortadan kalkar. Her şey ‘sen’ de toplanır. Kal burada, gerçek ilmi öğren ki, şefkatin kinlerinden yüce olsun. Lokman Hekim de buldum dediği anda, kaybetmiş ab-ı hayatı!”

Sahi insan neyi, niçin arıyor? Ülkemiz, sevdalarımız, hayallerimiz ve hayat mücadelemiz bizi nereye götürüyor? İnsanlığın sürüklendiği madde tapıcılığı girdabından kurtuluş muştusu veren ilahi sistemi algılamaktan aciz mi insan? Türkiye’de künyesi Müslüman olan nicelerinin inanç ve İslam düşmanlığının asıl sebebini sorgulayabilecek var mı?