İSTANBUL (AA) -MEHMET KANCI- Beyaz Saray’ın yeni ev sahibini belirlemek için sandığın yetmediği ve hukuki süreçlerin tartışıldığı bir kâbusu dünya yeniden görüyor. Bu kaos filmini uluslararası toplum 2000 yılındaki seçimin ardından bir süre izlemiş, final ise Al Gore’un sürpriz çekilme kararıyla yapılmıştı. Kimi tarihçiler ve o yıllarda Washington’daki siyasi kulislerin perde arkasında gezinen deneyimli gazeteciler, Al Gore’un gizemli bir telefon görüşmesinin ardından sahneyi terk ettiğini iddia etmekteler.

Felaketlerin birbirini kovaladığı 2020 yılı, kendine yakışır bir kapanış olarak, ABD başkanlık seçimlerinin neticesiyle taçlanacak gibi görünüyor. Uluslararası toplumun kahir ekseriyeti ise Joe Biden’ın seçim zaferini satın almış ve Beyaz Saray’ın yeni takımının kendilerine nasıl yaklaşacağını hesap etmenin peşine düşmüş durumda. Halihazırda Suriye’deki ve Doğu Akdeniz’deki ABD politikalarıyla çıkar çatışması yaşayan Türkiye, Biden yönetiminden kaynaklanabilecek sürprizleri merak etme hususunda yalnız değil. Aynı merakı paylaşan ülke sayısı bir hayli fazla. Şimdilik elimizdeki veriler, ABD’nin Donald Trump döneminde terk edilen çok taraflılık politikasına geri döneceği yönünde. Transatlantik ilişkilerin yeniden inşası konusunda Avrupa iyimser, NATO üyeleri ise itilip kakılmayacakları için geleceğe umutla bakıyor. ABD’nin küresel iklim değişikliğine karşı alınacak önlemleri içeren anlaşmaya geri döneceğinin şimdiden belli olması ABD vatandaşı olmayan yüz milyonlarca kişi tarafından sevinçle karşılanırken, Biden yönetiminin Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) üyeliğinin terk edilmeyeceğini duyurması da gün geçtikte daha yıkıcı hale gelen yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınına karşı yürütülen mücadele konusunda yüreklere su serpti.

Biden’ın, yardımcısı olarak görev yaptığı eski Başkan Barack Obama’nın Filistin sorununun çözümünde müzakere masasını önceleyen tavrı ise şimdiden Tel Aviv’de endişe konusu. İsrail’in Körfez ülkeleriyle başlattığı “normalleşmeye” dayalı nüfuzunu yayma ve Filistin devletini ortadan kaldırma projesine 2021’den itibaren Washington’ın nasıl yaklaşacağına dair tereddütleri var. Nitekim Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas Biden’ı ilk kutlayanlardan biri oldu ve Washington’a üç yıldır uyguladıkları siyasi ambargonun son bulduğunu ilan etti. Bu ambargo kararı 2017 yılında Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması üzerine alınmıştı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise İsrail’in duyduğu endişeleri yansıtır şekilde, Biden’a gecikmeli ama sıcak bir tebrik mesajı gönderdi. İsrail Başbakanı Twitter hesabına şu satırları not düştü: “Joe, 40 yıla dayanan köklü ve sıcak bir dostluğumuz var. Biliyorum ki sen İsrail’in büyük bir dostusun. Seninle beraber çalışmaktan mutlu olacağım ve ABD-İsrail ittifakının bu süreçte daha da gelişmesini umuyorum”. Bu mesaj, ABD Başkanı Trump’ın Netanyahu’yu Twitter’daki takip listesinden çıkarmasına neden oldu. Diplomatik gözlemciler, Netanyahu’nun ABD’deki Yahudi toplumunun ağırlıklı olarak Biden’a oy vermesinden duyduğu hayal kırıklığına rağmen, Biden yönetiminin İsrail’i desteklemekten vazgeçmeyeceğinin altını çiziyorlar.

Biden ve ekibi beklendiği şekilde 20 Ocak’ta görevi devraldıklarında, dış politikaya dair uzun bir gündem listesini de bütün sıcaklığıyla masalarında bulacaklar: ABD’nin Irak’taki pozisyonuna ilişkin alınacak kararlar, İran’ın nükleer enerji kullanımına ilişkin anlaşmanın yeniden yürürlüğe girmesi, Afganistan’dan çekilme süreci, NATO’nun genişleme sürecine dair tartışmalar, ABD’nin Libya ve Suriye’de yürüttüğü askeri operasyonlar, Suudi Arabistan’ın Yemen’de yürüttüğü savaş, Reagan döneminde olduğu gibi Rusya’nın şeytanileştirilmesi politikasının geleceği, hipergloballeşmenin meydana getirdiği yıkıcı sonuçlar…

Bu denli yoğun bir gündemle mesaiye başlayacak Biden da kaybedecek vaktinin olmadığını görmüş olacak ki başkanlık görevi henüz resmileşmeden, dış politika alanındaki ilk hamlesini 10 Kasım Salı günü yaptı. Biden o gün içerisinde altı devlet ve hükümet lideriyle telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Bunlar arasında ön plana çıkan isimlerden biri Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron oldu. Biden görüşmede, başkanlığı döneminde yalnızca iki ülke ilişkilerine değil, ABD ile NATO ve Avrupa Birliği (AB) ilişkilerine de dinamizm getirmek istediğini söyledi. Bu görüşmeyi basın mensupları karşısında değerlendirirken Biden’ın “uluslararası toplumun ABD’ye duyduğu güveni restore edeceğiz” ifadesini kullanması dikkatlerden kaçmadı. Macron’un 2018 yılının Nisan ayındaki ABD Başkanı Trump ile dostluk kurma gayreti, Beyaz Saray’ın bahçesine beraber diktikleri meşe fidanı gibi kısa sürede kurumuş ve çöpe gitmişti. İkilinin Aralık 2019’da Londra’daki NATO Zirvesi öncesindeki ikili görüşmeleri ise yumruksuz bir boks maçı izlenimi vermişti. Bu şartlar ışığında Macron’un Biden’ı ilk tebrik eden isimlerden biri olması da şaşırtıcı değildi. Nitekim Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian da parlamentoda yaptığı konuşmada, ABD ile ilişkilerde yeni bir sayfanın açılacağına işaret ederek “Yeni bir gündem oluşturmamız gerekiyor. Yapacak çok işimiz var. Dünya son 4 yılda çok değişti. Transatlantik ilişkiler yeniden düzenlenmeli ve dengelenmeli. Avrupalılar hak ettikleri yeri almalılar” ifadelerini kullandı.

Trump’ın başkanlık makamına geldiği 2016 yılı ile bugünkü şartların farkına işaret eden bir başka isim de Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen oldu. Leyen Biden’a “geçmişi geçmişte bırakma” çağrısı yaparken Avrupa’nın ABD ile pozitif bir gündem inşa etmek için inisiyatif almaya hazır olduğunu kaydetti. Avrupa Komisyonu Başkanı Leyen dünyanın son dört yılda çok değiştiğini belirterek, geçmişte kalan gündemi bugüne taşıyarak tuzağa düşmemek gerektiğinin de altını çizdi.

Avrupa Trump döneminde ortaya çıkan hasarın giderilmesi gerektiğine işaret ederken, ABD’nin yeni Soğuk Savaş’taki rakibi Çin Halk Cumhuriyeti ve eski Soğuk Savaş’ta mağlup ettiği Rusya’nın resmi temsilcileri süreci ketum bir şekilde izliyor. Çin tarafından gelen ilk yorumlar Avrupalı liderlerin dile getirdiği bir beklentiyle paralellik arz ediyor. Biden’ın taraflar arasındaki öngörülebilirliği tesis edecek kapasiteye sahip olması hem Pekin hem Brüksel hem de diğer Avrupa başkentlerindeki en önemli beklenti. Fakat Pekin yönetiminin pembe hayaller gördüğü de zannedilmemeli. Biden’ın insan hakları ihlalleri, ticaret müzakereleri ve Çin’in teknoloji şirketlerine yönelik baskı konularını ön planda tutmaya devam etmesi Pekin için sürpriz olmayacak. ABD donanmasının Asya-Pasifik sularında daha fazla bayrak göstermesi ve Tayvan’a insansız hava araçları satışı da son dönemde Çin-ABD ilişkilerindeki gerilimi tırmandıran diğer konular. Biden’ın yürüteceği dış politikada bunlardan geri adım atılması da mümkün görünmüyor. Pekin’in beklentisi, Biden’ın Trump kadar kışkırtıcı olmaması ve müzakere edilebilir olmasıyla sınırlı.

Uluslararası politikanın karmaşık dehlizlerinde çıkacağı yolculuk öncesinde Biden’ın gündemindeki en zorlu başlık ise kuracağı hükümeti nasıl belirleyeceği olacak. Demokrat Parti’nin içerdiği hizipler itibarıyla, siyasi yorumcular, Biden’ın bugüne kadar Beyaz Saray’da rastlanmamış derecede farklılıkları barındıran bir hükümet oluşturacağı ihtimali üzerinde duruyorlar. Öncelikle Biden’ın, Cumhuriyetçi Parti’nin kontrolündeki Senato ile pazarlıklarında elinin güçlü olması için, Cumhuriyetçi Parti’den eski Senatör Mark Pryor gibi isimleri yönetimine alması bekleniyor. Yine Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Senato’ya bakanlarını kabul ettirmek için ise Demokrat Parti’nin sol kanadından gelecek isimlerin seçiminde çok dikkatli davranması gerekiyor. Trump yandaşları, Biden’ın başkanlığa gelmesi durumunda Demokrat Parti içerisindeki Alexandria Ocasio Cortez- Bernie Sanders gibi isimler tarafından temsil edilen sol kanadın ülkeye “komünizmi getireceği” propagandasını yapmaya devam ediyorlar. Özellikle Biden lehine aday adaylığından çekilen ve Demokrat Parti içerisindeki rakibinin başkanlık kampanyasını destekleyen mitingler düzenleyen Bernie Sanders’ın çabalarının karşılığını beklemesi şaşırtıcı olmayacak.

Biden’ın kampanyasına önemli bir finans desteği veren Wall Street ve Silikon Vadisi çevrelerinin de yine kurulacak hükümete dair beklentilerinin karşılanması gerekiyor. Biden’ın önündeki zor tercihler bunlarla sınırlı değil. Kamala Harris’e başkan yardımcılığı teklif ederek bu makamın kapısını ilk kez kadınlara açan Biden’ın, hazine ya da savunma bakanlığını da yine bir kadına vermesi bekleniyor. Her iki bakanlık koltuğuna da bugüne kadar yalnızca beyaz erkekler oturmuştu. Biden’ın kabineyi belirlerken Cumhuriyetçiler/Merkez Kanat ile Sanders/Cortez önderliğindeki sol kanat arasında yapacağı tercih, dışişleri bakanlığı koltuğunun sahibi olacak isim açısından da kritik önem taşıyor. Şu ana kadar dışişleri bakanlığı için öne çıkan isimler, halen Biden’ın dış politika danışmanlığını yürüten Antony Blinken ile Obama döneminin Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice. Şansları az olsa da Obama döneminin Dışişleri Bakan Yardımcısı William J. Burns, Senatör Chris Coons ve Senatör Chris Murphy’nin de isimleri dışişleri bakanı adayları arasında geçiyor. Bu isimlerin tamamının Türkiye’ye sempatik yaklaşmadıklarına, dahası Blinken, Rice, Coons ve Murphy’nin açıktan Suriye’deki YPG/PYD terör örgütünü desteklediklerine, Blinken’in Doğu Akdeniz’deki Türkiye karşıtı girişimlerden yana söylemlerde bulunduğuna dikkat çekmek lazım.

Suriye’deki durum özelinde baktığımızda, Biden döneminde mevcut statükonun yalnızca Türkiye-ABD arasında değil, ABD ile Körfez ülkeleri arasında da sorun doğurma potansiyeli bulunuyor. Biden’ın ekibine göre, Esed’in devrilmesi hedefiyle başlayan süreç, Rusya’nın Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de hakimiyet tesis etmesiyle sonuçlanan bir duruma dönüştü. Türkiye’nin Rusya ile Suriye’de kurduğu güvenlik mekanizmaları ve Biden ekibinin Trump döneminde Rusya’ya terk edildiğini düşündükleri inisiyatif alanlarını geri kazanma arzusu, Ankara ile Washington arasındaki ilk bilek güreşi mücadelelerinden biri olabilir. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Biden’ın ABD basını tarafından seçimin galibi ilan edildiği 7 Kasım günü, Rusya Devlet Başkanı Putin’i telefonla arayarak Karabağ ve İdlib’deki gelişmeleri ele alması, Türkiye’nin önceliklerine dair verilmiş ince bir mesajdı. Biden’ın kadrosundaki seçeneklere bakıldığında, Türkiye’ye sempatik yaklaşmayan bir ismi Dışişleri Bakanlığı’na getirmesi sürpriz olmayacaktır. Nitekim Biden’ın kendisi de 1986 yılında, dönemin Temsilciler Meclisi çoğunluk lideri yardımcısı Tony Coelho ile beraber, sözde Ermeni soykırımı tasarısını gündeme getiren ekibin içinde yer alıyordu. Biden, dönemin Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Claiborne Pell’in de yer aldığı ve ülkemiz basınında “Türkiye’yi Sevmeyenler Cephesi” olarak adlandırılan grubun bir üyesiydi. Keza ABD’nin müstakbel başkanı, 40 yıl öncesine dayanan Türkiye karşıtı söylemlerini başkanlık kampanyası sırasında da tekrarlamakta beis görmedi.

Bu kaotik manzaranın 20 Ocak’taki yemin sürecini takiben nasıl şekil alacağı, Biden’ın Beyaz Saray’da kuracağı takımın niteliğiyle karşılık bulacak. Beyaz Saray ekibinin yanı sıra Temsilciler Meclisi’nin Demokrat Parti’de, Senato ile Yüksek Mahkeme’nin ise Cumhuriyetçi Parti’de kalmasıyla oluşacak karmaşık denge, önümüzdeki dört yıl boyunca Washington’daki oyunun kurallarını belirleyecek. Diyalog, müzakere, pazarlık ve alış-veriş süreci üzerine inşa edilmiş olan ABD sistemi, kullanmasını bilenler için Beyaz Saray ekibinin oluşturacağı dezavantajları aşacak fırsatları da beraberinde getirebilir.

Bu noktada belki de ABD dış politikasının her zaman şaşmaz doğrular ve rasyonel kararlar üzerine inşa edilmediğine güvenmek gerekir. ABD’nin derin devlet yapısının bir parçası olarak görülen Stratfor düşünce kuruluşunun kurucusu George Friedman’ın şu satırlarında, ABD dış politikasına hâkim olabilen irrasyonel davranışların tarihi örneklerini bulmak mümkün: “Belki de bir ahlak dersi olarak, II. Dünya Savaşı’nda ABD’nin bir soykırım manyağını (Hitler’i) durdurmak için bir başka soykırım manyağını (Stalin’i) desteklediğini hatırlamak yararlı olacaktır. ABD ayrıca Wehrmacht’ı mahvetmek için Sovyet kanı kullandı ve ancak Sovyetler Almanların gücünü tükettikten sonra Fransa’ya girdi. Ayrıca ittifak Stalin’i çok güçlendirdi ve Sovyetler savaştan bir süper güç olarak çıktılar. Nixon 1970’lerde Sovyetleri kontrol altına alabilmek için Mao Zedung’la anlaştı. Zorunlu haller nedeniyle garip ittifaklar her zaman ABD dış politikasının özelliklerinden biri oldu. Böylece, çözüm daha sonra bir başka tehlike yaratacak olsa bile, ABD çoğu sorunu bu şekilde çözdü”. Friedman’ın örneklerini teşhis ettiği, bugün NATO müttefiklerinin Suriye’de bir terör örgütüyle tesis ettikleri “garip ittifak”, Biden yönetimi Ankara’nın kapısını çaldığında hatırlatılması gereken önemli bir tarih dersi olabilir.