(A.A.) Bize, yani Boşnaklara, yani Bosnalı Müslümanlara uygulanan soykırımın sona ermesinin 25. yıldönümünde, bizden vicdan sahibi olan ve gelecek nesillerimizi düşünen her bir fert kendine şunu sormalı: Sahi, o başımıza gelenler de neydi? Bu kapsamda burada, soykırım-sonrası birkaç çok mühim hadiseye ışık tutacak ve birkaç tez öne süreceğiz.

Lahey Mahkemesi’nin Radovan Karaciç aleyhine verdiği hükümden şu kesin sonuç çıkarılabilir: Münhasıran eski Yugoslavya’daki savaş suçlarını kovuşturmak için 1992’de kurulan Lahey Mahkemesi, Büyük Sırbistan hareketinin ve Bosna-Hersek topraklarındaki müşterek suç girişiminin liderine soykırımdan dolayı (da) hüküm giydirdi, evet; lakin Batı’nın -belli ki bu hareketle ortak bir şekilde- icat ettiği yapıyı [Bosna-Hersek topraklarında kurulan Republika Srpska’yı], Avrupa’yı İslam ve Müslümanlardan “korumak” için muhafaza etti.

Bu icat edilmiş nevzuhur yapının dışında, bu istikamette başka bir girişim teşkil edecek şekilde, 1945’te kurulan Lahey’deki Uluslararası Adalet Divanı, Sırbistan ve Karadağ’ı (yani Miloşeviç’in Yugoslavya’sını) Boşnak Müslümanlara karşı yapılan soykırımlara iştirakten mahkûm etmedi. Böylelikle Sırbistan, sırf soykırım ve saldırganlık kurbanlarına savaş tazminatı ödemek zorunda kalmasın diye korunmuş oldu.

Varılan bu sonucun dayandığı argümanları şu şekilde sıralayabiliriz: Bosna-Hersekli Müslümanlar “davası” üzerinde çalışan Lahey Mahkemesi, Birleşmiş Milletler’in (BM) 1948’de kabul ettiği soykırım kavramını yeniden tanımladı. Burada, Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde, uluslararası hukuka göre soykırımın önlenmemesinin de ceza gerektiren bir suç olduğu açıkça belirtiliyor. Karaciç’i, ülkemizin geri kalan belediyelerinde aynı “milli, etnik veya dini gruba” karşı işlediği soykırımdan suçlu bulmayı reddeden mahkeme, soykırımın odağını kasti bir şekilde “halk”tan “bölge”ye kaydırıyor. Dolayısıyla bu karara göre, Büyük Sırbistan hareketinin Srebrenica’da katlettiği (resmî rakama göre) 8 bin 372 Müslüman Boşnak üzerinde soykırım yapılmıştır, lakin aynı hareketin Kljuç yakınlarındaki Biljani köyünde yaşayan aynı milletin silahsız (ve aralarında dört kadın ve iki kız çocuğu da bulunan) erkek mensuplarının (yaklaşık 270 kişi) katledilmesi ise bir soykırım teşkil etmemektedir!

Muhtemelen Srebrenitsa’dakinden daha fazla Boşnak Müslümanın öldürüldüğü Prijedor vadisindeki soykırım, Bosna-Hersek’e yönelik saldırganlığın daha başlangıcında, yani 1992 yazının başlarında, Srebrenitsa’daki ise 1995 yılında gerçekleşti. Bu da şu anlama geliyor: Karaciç Prijedor vadisinde veya Saraybosna’da, Zvornik’te, Vlasenica’da, Bratunac’ta ve sair yerlerde gerçekleştirdiği soykırımlardan mahkûm edilmiş olsaydı, o zaman otomatik olarak Batı’nın da mahkûm olması lazımdı; çünkü Avrupa, topraklarında yapılan soykırımı önlemek için hiçbir şey yapmadı. Bir keresinde bizzat kendisinin ifade ettiği gibi, Karaciç Batı’nın kirli işlerini yapıyordu. Eğer Batı da hüküm giyseydi, o zaman soykırım kurbanları Batılı devletlerden de tazminat isteme hakkına sahip olacaklardı.

Batı iki nedenden dolayı suçludur: Büyük Sırbistan’ın Slovenya Cumhuriyeti, Hırvatistan Cumhuriyeti ve eşit derecede uluslararası kabul gören Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne karşı yaptığı saldırıyı çok kolay bir şekilde önleyebilirdi; fakat bunu yapmadı ve aynı zamanda üç buçuk yıl süren saldırılar boyunca ülkemize savunma silahları ithalatı konusunda ambargo uygulayarak Boşnakların elini kolunu bağlarken, Sırp siyasi ve askeri liderlerinin Bosna-Hersek topraklarında yaşayan Boşnak, kısmen Hırvat ve Sırp olmayan bütün nüfusa karşı hayal ettikleri soykırım planını gerçekleştirmesine müsaade etti.

Slovenya ve Hırvatistan’da (Eski Hırvatistan Cumhurbaşkanı Stjepan Mesiç’in ifadesiyle) bir “savaş opereti” gerçekleşirken -zira Hırvatlar ve Slovenler Hristiyandı- Bosna-Hersek’teki Boşnaklara karşı soykırım savaşı yapıldı, çünkü onlar Müslümandı. Monsenyör Franjo Komarica’nın haklı olarak işaret ettiği gibi, bize ve Hırvat halkına karşı yapılan bu soykırım karşılığında, Karaciç liderliğindeki Büyük Sırbistan hareketi, tüm Bosna-Hersek topraklarını (Batı’nın İslamofobik ve engizisyon ruhu tarafından Ortaçağ’da, 1492 yılında İspanya’da kurulan) “taife” modeline dönüştürerek, Republika Srpska’nın (Sırp Cumhuriyeti) sosyal, siyasi ve askeri boyutlarda kurulmasıyla ödüllendirildi.

“Taife” aslında (İslam’a girmiş olmalarının haricinde oranın yerli nüfusu olan) İspanya Müslümanlarının ve Yahudilerin, 1492’yi müteakip iki asır boyunca, yani İber yarımadasında tamamen ortadan kaldırılıncaya kadar, hayatta kalma mücadelesi verdikleri anklavlar veya küçük yerleşim yerlerine verilen addır.

Bir kısmı, daha doğrusu (Aşkenazi denilen) İspanyol Yahudilerinin çoğu Orta Avrupa’ya, antisemitik Nazi hareketinin 20. yüzyılın en büyük soykırımını gerçekleştirdiği günümüz Almanya’sına yerleşti. Bu soykırımla ilgili olarak belki de en iyi, en kapsamlı ve dünyaca meşhur eseri Daniel Jonah Goldhagen yazmıştır: Hitler’in Gönüllü Cellatları (Sıradan Almanlar ve Holokost). Başımıza gelenlerden sonra ne bir Boşnak’ın -ne de Avrupalı bir hümanistin- bu eseri okumadan geçme lüksü vardır

Kapsamlı araştırma çabalarında Goldhagen, bu ülke nüfusunun büyük çoğunluğuna tekabül eden milyonlarca Alman’ın, nasıl olup da Hitler’in yok edici antisemitizmine iştirak etmeye razı olabildiği sorusuna cevap veriyor. Hitler’in “Avrupalı ​​Yahudileri” ortadan kaldırmak için yola çıktığı müşterek suç girişimi ile Bosna-Balkan İslam’ını yok etmek için yola çıkan Karaciç ve Miloşeviç’in müşterek suç girişimi ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tucman’ın “koro şefliğinde” “Herceg-Bosna” adı altında toplanan Hırvat siyasi liderliğinin müşterek suç girişimi birbirlerine çok benzedikleri için, burada önce Goldhagen’in çalışmasının ana tezlerini sunacağız.

Goldhagen “Holokost evvelemirde bir Alman girişimiydi” diyor: “Bu nedenle, Holokost dahilinde işlenen suçları anlamak ve anlatmak için, Almanları Yahudileri öldürmeye sürükleyen şeyin ne olduğuna dair bir açıklama gerekiyor. Burada, uygun bir şekilde, suçları işleyenlerin üzerinde duruluyor. Lakin Almanlar hakkında söylenebilecek söz, başka bir ulus hakkında söylenemez; yani Almanlar olmasaydı, Holokost da olmazdı. Rejimin soykırımı çoğu Alman’dan gizlemeye yönelik çok da sıkı olmayan gayretlerine rağmen milyonlarca kişi katliamları biliyordu. Hitler defalarca, savaşın Yahudilerin imhasıyla sona ereceğini duyurmuştu.”

“Şimdiye kadar Holokost’un neden gerçekleştiğine dair yazılanların hepsi radikal bir revizyonu gerektiriyor. Böyle bir revizyon, hem akademik hem de akademik olmayan alanlardaki yorumcuların bunca zamandır inkâr ettiği veya üstünü örttükleri bir şeyi tanımamızı gerektiriyor ki o da Almanların antisemitik inançlarının Holokost’un merkezi bir sebebi olduğu gerçeğidir. Bu inançlar, sadece Hitler’in (birçok kişi tarafından kabul edilen) Avrupa Yahudilerini yok etme kararını değil, aynı zamanda faillerin de Yahudileri öldürmeye ve vahşice suiistimal etmeye hazır olmalarının temel sebebiydi” diyen Goldhagen “Kısacası bu kitap, antisemitizmin binlerce ‘sıradan’ Alman’ı -ve onların yerinde olsalardı, milyonlarca diğer insanı da buna sürüklerdi- Yahudileri öldürmeye sürüklediği sonucuna varıyor. Almanlar binlerce silahsız, çaresiz Yahudi erkek, kadın ve çocuğu ekonomik zorluklar, totaliter bir devletin zorlayıcı yöntemleri, sosyo-psikolojik baskı veya değişmeyen psikolojik eğilimlerden dolayı sistematik bir şekilde ve acımasızca katletmeye yönelmedi; asıl onlarca yıldır Yahudilere dair Almanya’nın her yerinde var olan fikirler onlara bunları yaptırdı” sözleriyle bu sebebi tanımlıyor.

“Avrupa antisemitizmi Hristiyanlığın bir sonucudur” diyen Goldhagen bunun başlangıcını “Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu üzerindeki otoritesini pekiştirdiği ilk dönemlerden bu yana, imparatorluğun liderleri açık, ağır ifadeler içeren ve duygu yüklü suçlamalar kullanarak Yahudilerin aleyhinde vaazlar veriyorlardı. Hristiyanlar kendi itikatlarının Yahudi itikadının yerine kaim olduğunu düşünüyorlardı. Yahudilerin, Yahudiler olarak yeryüzünden kaybolmaları, Hristiyan olmaları gerekiyordu.” şeklinde tarif ediyor. “Yahudi”ye dair temel Alman kültürel modelinin üç anlayıştan oluştuğunu söyleyen Goldhagen bu anlayışları şöyle tanımlıyor: “Yahudi Almandan farklıdır, Alman’ın tam zıddıdır ve çürütücü bir şekilde farklıdır. Bir din, siyasi grup, millet veya ırk olarak, yani nasıl anlaşılırsa anlaşılsın, bir Yahudi, Almanya’da her zaman için bir Fremdkörper, yani bir ‘yabancı cisim’ olmuştur”.

Alman Yahudilerinde olduğu gibi on yıllarca değil, ancak iki yüz yıla yakın bir süre boyunca, İlija Garaşanin’in 1844’te yazdığı ve “Büyük Sırbistan’ın Siyasi Programı” olarak kabul edilen ve yine Büyük Sırbistan’ın Mein Kampf’ı olarak bilinen Načertanije (Taslak) adlı eserinden bu yana, Müslüman karşıtı/Boşnak karşıtı/Boşnakça karşıtı inançlar Sırpların arasında kabarmaya ve yayılmaya devam etmiştir. Bu inançlar, Boşnakların ana vatanına yönelik saldırganlığın başlamasından hemen önce, bütün bir Büyük Sırbistan müesses nizamının fanatikçe özeni ve himayesiyle doruk noktasına ulaşmıştır ki bu nizam Sırp Ortodoks Kilisesi, Belgrad’daki Sırp Yazarlar Birliği, Sırp Bilim ve Sanat Akademisi, Sırp üniversiteleri, medya ve ardından Sırp siyasal örgütlerinden oluşmaktadır.

Bu inançlar özetle şöyledir: 1. Boşnaklar Balkan Yarımadası’ndaki tüm Müslümanlar gibi “ataların dinine” ihanet etmiştir; 2. Boşnaklar Türk’tür, Avrupalı değildir; 3. İslam Balkanlarda “ateş ve kılıçla” yayılmıştır; 4. Sırplar beş asır boyunca Türk/Müslüman “boyunduruğu” altında yaşamıştır; 5. İslam Hristiyanlık ve Yahudilik ile kıyaslanamaz, sadece Nazizm ve Komünizm ile karşılaştırılabilir; 6. Sırbistan “Avrupa’ya açılan kapıdır” ve Asyalı/Türk totaliter ruhuna karşı savunma hattıdır; 7. Bosna ve Hersek Sırbistan’ın iki eyaletidir; 8. Boşnaklar “İslam dininin Sırplarıdır”; 9. Boşnakça diye bir dil yoktur, ancak Sırp dili vardır ve saire.

Bu inançların çoğu Franjo Tucman ve “Herceg-Bosna” etrafında toplanan suç şebekesi tarafından benimsendi ve yayıldı; fakat neyse ki, Kardinal Franjo Kuhariç, Hırvat Katolik Kilisesi’nin önemli bir kısmı ve Hırvat akademik topluluğunun çoğu bu harekete dahil olmadı.

Tıpkı uluslararası koşulların elverişli olduğu 1933’te iktidara gelen Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi’nin Yahudileri yok etmeye yönelik bir teşebbüsü başlatması gibi, Miloşeviç’in Sosyalist Partisi ile Karaciç’in SDS’si de neredeyse aynı şekilde ve aynı metotlarla, Balkan yarımadasında, özellikle de Bosna-Hersek topraklarında bulunan ve “yabancı cisim” olarak tanımladıkları bütün Bosnalı ve Balkanlı Müslümanlara karşı bir yok etme teşebbüsü başlattılar. Bu teşebbüs, Miloşeviç ve Karaciç’in cellatları olan ve tamamen Müslüman karşıtı inançlara kapılmış ve bu teşebbüse iştirak etmek için çılgınca hazır olan milyonlarca “sıradan” Sırp tarafından gerçekleştirildi.

Bazı önemli dönüm noktalarını hatırlayalım: 1989’da Kosova Savaşı’nın Gazimestan’daki anma törenlerinde Türklere yapılan göndermeler ve Miloşeviç’in oradaki savaş ilanları; Sırp Ortodoks Kilisesi’nin organizasyonuyla İmparator Lazar’ın ceset kalıntılarının taşınması; “Kosova Destanı” döngüsü ve (İkinci Petar Petroviç Njegoş’un) Dağ Çelengi adlı manzum eserinden şarkıların söylenmesi, İvo Andriç ve onun edebî eserinin yeniden canlandırılması; Karaciç’in Birinci Sırp Ayaklanması’na yaptığı göndermeler ve daha önce Bosna-Hersek Meclis’inde savurduğu Bosna-Hersek Müslümanlarının ortadan kaybolmasına yönelik tehditlerin “tamamlanması”; Arkan’ın Bijeljina’da işlediği (Büyük Sırbistan’ın “Kristal Geceleri”ni teşkil eden) suçlar ve Arnavutlara karşı beslediği nefret; Üsküp’teki Müslüman kapısının yıkılması; Müslüman kadınların “Sırp” hastanelerinde doğum yapmasına getirilen yasak; Sırbistan’ın mevcut Cumhurbaşkanı Vuçiç’in “Öldürülen her bir Sırp için yüz Müslüman öldüreceğiz!” çığlığı; Momçilo Krajişnik’in “Siz birlikte yaşamaktan bahsetmeyi bırakana kadar sizleri öldüreceğiz” tiratları ve benzerleri.

Bütün bunlar Sırp Lebenswelt’ini (yaşam alanı) şekillendirdi. Böylece Boşnaklar da şunu söyleyebilirler: Sırplar olmasaydı (Franjo Tucman ve “Herceg-Bosna”), Balkan Müslümanlarına karşı soykırım olmazdı; Müslüman karşıtı Avrupa ​​Lebenswelt’i olmasaydı, Sırplar, Franjo Tucman ve “Herceg-Bosna” Müslümanlara karşı bu yok etmeye yönelik teşebbüsü başlatamazlardı.

Bu ikinci teze gelince, onu kanıtlayan çok eylem var: Karaciç’in soykırım eylemlerinden giydiği hükmün 1992’nin başından itibaren yaşananları ihtiva etmemesi, Slobodan Miloşeviç’in Avrupa ve ABD’den başkanlar ve hükümet başkanlarının, yani “politikasının suç ortaklarının” da şahitler olarak mahkemeye çıkmasını talep etmesinden çok kısa bir süre sonra “gizemli bir şekilde” ölmesi yahut ortadan kaldırılması; Sırbistan’ı Boşnaklar ve Hırvatlar aleyhindeki soykırıma katılmakla itham eden belgelerin ortadan kaldırılması (Lahey Mahkemesi Başsavcısı Carla del Ponte tarafından halledilmiştir!) ve mahkeme hakimleri ile resmî Belgrad idaresi arasında Sırbistan’ı halkımıza karşı işlenen soykırıma ortak etmemek için yapılmış bir anlaşma olduğunu iddia eden (eski Le Monde Balkanlar muhabiri ve daha sonra del Ponte’nin sözcüsü ve Balkanlar danışmanı) Florence Hartmann için çıkarılan tutuklama kararı.

Aradaki Lebenswelt benzerliği dışında Büyük Sırbistan’ın yöntemleri de Nazi yöntemlerine benziyor; hepsi de soykırım dahilinde irtikap edilmiş: Müslüman Boşnak sivillerin hiçbir ayrım gözetilmeden öldürülmesi; aç bırakma, gözdağı verme; dini ve siyasi elitlerin öldürülmesi; Müslüman medeniyetinin dini ve kültürel izlerinin ortadan kaldırılması; insanların canlı kalkan olarak kullanılması; kadınlara, hatta küçük kızlara tecavüz edilmesi. Bunlara ek olarak Sırplar da Almanlar gibi, sayıları 400’ü bulan toplama kampı ve gözaltı merkezi inşa ettiler. Bu toplama kamplarında tutulan “aşağı ırk” ve “cüzzamlı” Boşnaklar, Orta ve Doğu Avrupa’daki Nazi kamplarında tutulan Yahudilere kıyasla daha az bir vahşetle öldürülmüş veya yok edilmiş değiller. Tek bir fark gaz odaları olabilir, ancak Vişegrad’da veya Gornja Sanica yakınlarındaki Kamen’de yaşayan Boşnakların canlı canlı yakılması, Auschwitz’deki Yahudilerin yakılmasıyla aynı şey değil mi?

Ancak tarihi gerçek adına ifade etmek gerekir ki Nazilerle Büyük Sırbistan’ın yok etme girişimleri arasında farklılıklar da vardır. Birincisi, bu iki girişimde ölen kurbanların sayısı aynı değil; öldürülenlerin sayısı Bosna ordusunun kahramanca direnişi, o zamanki siyasi temsilcilerimizin diplomatik taarruzu ve dünya medyasının, özellikle CNN’in sayesinde nispeten az kalmıştır. Ayrıca Almanlarla karşılaştırıldığında, Sırpların çok daha yüksek bir yüzdesi gerçek antifaşistler olarak Çetnik inançlarını reddetmiş, hatta Büyük Sırbistan’ın bu yok etme girişimine ve kendi yurttaşlarının soykırım kampanyasına karşı kıyam etmişlerdir. Biz Boşnaklar bu meyanda Sırp halkının gerçek kahramanlarını unutacak değiliz: Mihajlo Petroviç (saldırının başlarında Travnik’te ölen Bosna ordusunun binbaşısı), Mirko Kovaç, Vidosav Stevanoviç, Vladimir Srebrov, Gavro Grahovac, Bogdan Bogdanoviç, Dr. Nikola Kovaç, Tatjana ve Dunja Mijatoviç, Miro Lazoviç, Miodrag Petroviç Çkalja, Paviçeviç ailesi, Rajko Daniloviç, Vlasta Mijoviç, Gojko Beriç, “Siyah giyen kadınlar” ve nicesi…

Sırp halkı Müslüman karşıtı inançlardan Alman halkının antisemitizmden etkilendiği kadar etkilenmedi, bu sebeple de sıradan Sırpların soykırıma gösterdiği katılımın oranı, Almanların Holokost soykırımına gösterdiği kitlesel katılım oranıyla eşit değil.

Nazilerin lehine de şöyle bir fark var; Naziler, Karaciç’in “sıradan” Sırpları gibi, işledikleri soykırımı örtbas etmek için “ikincil toplu mezarlar” kazmadı; ikincil toplu mezarlar 20. yüzyıldaki tipik bir Büyük Sırbistan icadıdır!

Bu iki yok etme girişimi arasındaki en büyük fark, Batı’nın Holokost’un failleri ile Boşnaklara karşı yapılan soykırımın faillerine yönelik tutumudur. Batı, Nazi rejimini siyasi ve askeri olarak yok ederken, aynı Batı, Büyük Sırbistan rejimini ödüllendirdi; Kilise, sanatsal ve akademik çevrelerden gelen “Taslaklar” (Načertanije) bugünlerde Sırp halkının devlet kurumlarına girmiş durumda! Ayrıca Holokost soykırımından sağ kurtulanların büyük bir çoğunluğu bulunduğu bölgeyi terk ederken, Boşnak soykırım kurbanları, soykırım yapılan bölgelerde cellatlarının binlercesiyle birlikte yaşamak zorunda bırakıldı!

Eğer bu tarihi mahkeme kararı, [Bosna topraklarındaki] Sırp Cumhuriyeti’ni [Republika Srpska] Karaciç’in cellatlarının bir “evladı” olarak muhafaza ediyorsa ve onu Batı’dan Büyük Sırbistan hareketine bir armağan olarak görüyorsa, Boşnakların -uluslararası kabul görmüş Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin diğer tüm vatandaşları gibi- şu soruya cevap almaları lazım: “Sırp Cumhuriyeti” ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?

Bu yazar şahitlik eder ki merhum Cumhurbaşkanı Aliya İzetbegoviç, soykırım neticesi oluşmuş nevzuhur yapıya onay imzasını attığı Dayton’dan geldikten hemen sonra, ABD yönetiminin o zamanki Dışişleri Bakanı olan Warren Christopher tarafından kendilerine şantaj yapıldığını iddia etti. Christopher, İzetbegoviç’in ifadesiyle, Boşnak heyetini şu sözlerle tehdit etmiştir: “Sırplar sizin Sırp Cumhuriyeti’ni kabul etmeniz şartıyla Bosna-Hersek devletini kabul ediyorlar! Bunu yaparsanız, Amerika bir barış anlaşmasına varılacağını ve bu anlaşmayı uygulayacağını garanti eder; ancak reddederseniz, Bosna’ya geri dönün, önümüzdeki on yıl boyunca savaşın, böylece kimin askeri gücü kazanırsa Amerika ile pazarlık yapmaya gelsin!”

Fakat Sırp Cumhuriyeti’nin kabulü ve tanınması konusunda uhdemizde bulunan gerçeğin tümü bu değildir. Bugünlerde, gerçeğin ne olduğunu bir tek o zamanki Bosna-Hersek Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Muhammed Şaçirbey biliyor. Ancak ne ABD yönetimi ne de Boşnak siyasi temsilcileri Muhammed Şaçirbey’e yaşamı boyunca Saraybosna’ya geri dönme izni verdi; Şaçirbey Sırp Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ne zaman, hangi şartlarda ve kim tarafından gerçekleştirildiği konusunda ifade de veremedi. Bildiğimiz kadarıyla Republika Srpska, Ankara’daki Hilton Otel’de kurulmuştur. O masaya merhum Cumhurbaşkanı İzetbegoviç ile birlikte niyetleri meşkuk iki siyasetçi daha oturdu: o zamanki Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Bill Clinton’ın Balkanlar komiseri Richard Holbrooke. Tabii ki tüm bunlar yasadışıydı; çünkü parlamento prosedürünün dışında hiç kimse bir devletin anayasasını askıya alma hakkına sahip değildir ve onun bölgesel ve siyasi egemenliğini sorgulayamaz.

Boşnakların Republika Srspka’nın bertaraf edilmesine yönelik küresel talebine ek olarak Boşnaklar, Sırpların (ve diğer Hıristiyan Balkan ülkelerinin) soykırım tohumlarını eken inançlarını değiştirmek için bütünlüklü bir dini, kültürel ve siyasi program geliştirmelidir, bunu da kendi kitapları Kur’ân-ı Kerîm’e göre yapmalıdırlar: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş! Bu sonuca ancak sabırlı olanlar ulaşabilir, yine buna ancak (erdemlerde) büyük pay sahibi olanlar ulaşabilir.” (Fussilet Sûresi, 41:34-35)

İkincisi, Boşnaklar savaşla ilgili her türlü korkularını yenmelidir. Buna dair argümanlarımızı şöyle ifade edebiliriz: Uluslararası bağlamda -tüm dünyanın önünde rezil olan- Büyük Sırbistan hareketi (Bosna savaşı dahil, Yugoslavya’daki diğer tüm savaşları da kaybetmiş olarak) artık bize karşı bir savaş başlatamaz; askeri potansiyeli de 1992 yılındakine göre çok farklı bir seviyede.

Fakat Boşnak milletinin bu soykırım sonrası oluşturduklarını siyasi yollarla ortadan kaldırması için, iki en önemli faktör olarak karşımızda şunlar duruyor: Boşnakların taşıdığı soykırımın tekrarlanması korkusu ve gelecek korkusu. Zira “Sırp Cumhuriyeti” varlığını sürdürmeye devam ederse, ya atalarımızın topraklarında, yani kendi ülkemizdeki “taife”lerde kiracılar olarak kalacağız ya da bütün dünyaya dağılmış bir şekilde yaşamaya devam edeceğiz.

Bu tarihi girişimin başlaması için bizi bu duruma getiren komünist/Titocu politikaya ve bizim kendi ulusal, yenilgiyi kabul eden politikamıza meydan okumamız şart. Birinci politika, Boşnak halkının ulusal kimliğini tanımayarak ve İkinci Dünya Savaşı sırasında yine Boşnaklara karşı işlenen soykırımda katliamların gerçekleştiği yerlerin işaretlenmesine getirilen yasakla, Sırpların bize karşı bir daha soykırım yapmalarına zemin hazırladı. İkinci politika ise 1995 yılında Boşnak özgürlük hareketini dondurdu, pasifleştirdi ve Titocu politikayla anlaşarak izlediği yumuşak politikayla Sırp Cumhuriyeti’ni perçinlemiş oldu.

Bize fayda sağlayan bir diğer faktör ise uluslararası (özellikle de Batı) kamuoyunun büyük çoğunluğunun, mağdur olan Boşnaklar ve Bosna-Hersek’in tarafında olması. Bu kamuoyundaki sivil toplum, çok sayıda demokratik ve İslamofobik olmayan parti, çok sayıda sanatçı, gazeteci, felsefeci -özellikle de Yahudi kökenli olanlar- farklı dinlerden ve milliyetlerden gelen insanların bir arada barış ve refah içinde yaşayabileceği bir “Bosna fikri” mücadelemize destek olacaktır.

Yazan: Prof. Dr. Cemalettin Latiç [Bosna Hersek milli şairi olan Saraybosna Üniversitesi İslâm Araştırmaları Fakültesi Tefsir Bölümü’nde öğretim üyesi ve aynı üniversitesinin Dini Pedagoji Bölümünün dekanı olarak görev yapmaktadır]

Mütercim: Amina Ömeroviç Baykuş