Küresel iklim değişikliğinin yarattığı sorunlar belirginleştikçe ülkeler arası gerginlikler de artmaya başladı.

Yaşanan sıra dışı hava olayları toplumsal hayatın tüm ilişkileriyle öngörülebilirliğini azalttığı gibi sürdürülebilir yaşamın kalitesini düşürüyor ve maliyetini artırıyor. Oluşan bu etki ülkeleri artık ciddi şekilde endişeye sevk ediyor.

Su ve su kaynakları, insan yaşamı yanında, sürdürülebilir büyüme ve gelişim için de yaşamsal önem taşıyor. Su sorunu endişe verici boyutlara ulaşmışken, giderek artan tatlı su ihtiyacının nasıl karşılanması gerektiği konusu da ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Tatlı su, insanların ve ekosistemlerin sağlığı, yoksulluğu sona erdirme, sürdürülebilir kalkınma, ekonomik büyüme, politik ve sosyal denge için mutlaka gerekli olan tükenebilir bir kaynak.

İklim değişikliği, su kaynaklarındaki azalma ve bunun tarımsal üretim üzerindeki olumsuz etkisi, kurak ve yarı kurak alanların genişlemesine sebebiyet verirken, çölleşmeyi, tuzlanmayı ve erozyonu artıracak yıllık ortalama sıcaklıklar da yükseliyor. İklim değişikliği ile ortaya çıkan su döngüsünün değişmesi ve su kaynaklarının kullanımında sorun yaşayan ülkelerin yaşadığı belirsizlik durumu, yaşanan “su stresini” giderek artırıyor.

Veriler, dünyada 17 ülkede aşırı düzeyde su sıkıntısı yaşandığını gösteriyor. Katar, İsrail, Lübnan, İran, Ürdün, Libya, Kuveyt, Suudi Arabistan, Eritre, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), San Marino, Bahreyn, Hindistan, Pakistan ve Türkmenistan bu ülkelerden bazıları. En sorunlu 17 ülkenin 11'i ise Orta Doğu'da yer alıyor. Araştırmalar, bu ülkelerdeki temiz içme suyunun yüzde 80'inin tarım, sanayi ve şehir belediyeleri tarafından kullanıldığını ortaya koyuyor.

İklim değişikliğinin yanı başımızdaki etkisi: İran ve su protestoları

Medyada çıkan haberler, İran’ın Huzistan eyaletinin sıcaktan kavrulduğunu gösteriyor. Mart ayından bu yana kuraklık ve su kıtlığı çekilen bölgede halk, hükümete ve su kaynaklarının kötü yönetimine karşı öfkeli ve sokaklarda ciddi protestolar yaşanıyor. Su protestoları nedeniyle zor günler geçiren İran’da su kaynaklarının kullanımından kaynaklı birçok sorun bulunuyor. Buna karşın son dönemde İranlı yetkililer Türkiye’nin Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunu adil kullanmadığını ve bunun da bölgede su sıkıntısına yol açtığı şeklinde iddialar gündeme getirdi. Ancak burada İran'da su sorununun perde arkasında farklı nedenlerin yattığını kaydetmek gerekiyor.

Ciddi su stresi yaşayan İran’da su kronik bir sorun. 1979 devriminden önce de su protestolarının yaşandığı ülkede, bu durum günümüzde de sorun olmaya devam ediyor. Yıllar geçtikçe sorun büyüse de hayati derecede öneme sahip olan bu soruna kalıcı bir çözüm üretilemedi. Esasında İran'daki doğal kaynakların yıllardır yanlış yönetilmesinden dolayı su sorunu içinden çıkılmaz bir hale gelmiş durumda. İran'daki su krizinin Türkiye ile bir ilgisinin bulunduğunu söylemek hayli güç.

Coğrafi konumu itibarıyla zaten yeterli yağış alamayan İran'ın yalnızca Hazar Denizi kıyısında dar bir şeritte sulak arazisi var. Ülkenin geri kalanı yarı kurak ve kurak iklime sahip. Bu coğrafi özelliklere ek olarak endüstrileşme, hızlı nüfus artışı, kırsaldan kente göç ve kişi başına düşen su tüketiminin artması da krizin boyutunu büyütüyor.

Yıllardır yaşadığı su stresini yönetebilmek için çareyi baraj inşa etmekte arayan İran'da şu an 192 baraj bulunuyor. Kurak bir ülkede bu kadar yüksek sayıda ve büyük ölçekte barajın bulunması havzalardaki buharlaşmayı artırdığı için mevcut su da giderek azalıyor. Ayrıca İran'da yağışların son 20 yılda yüzde 20 azaldığını kaydetmek gerekiyor. Ülkede, tarımda kullanılan su kaynaklarının ekseriyeti de endüstriyel kullanıma yönlendirildi. Dahası İran, yanlış yönetim politikaları nedeniyle Orta Doğu'nun en büyük gölü olan Urmiye'de suyun yüzde 90'ını kaybetti.

Su ve çevre sorunlarıyla boğuşan ülkede, eski İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, Dicle ve Fırat nehirlerinin kullanımına ilişkin “İki büyük ve güçlü nehri tek bir ülke kullanırsa bunun sonuçları bizleri etkiler” şeklinde bir ifade kullanmıştı. Aslında burada Ruhani’nin sözlerinin gerçeği yansıtmadığını ifade etmek gerekiyor. Zira Fırat ve Dicle nehirlerinin akışına bakınca Ruhani'nin sözlerinin gerçeği yansıtmadığını kolayca anlayabiliriz.

İran'ın Fırat-Dicle nehirleri ile ilişkisi oldukça sınırlı. İran’ın, Dicle Nehri üzerindeki 4 havza ülkelerinden sadece birisi olduğunu not etmek gerekiyor. Dicle Nehri, Türkiye'de doğduktan sonra Irak'ın Şatt’ül Arap bölgesinde birleşip, ardından Basra Körfezi'ne dökülüyor. Bu kapsamda Dicle Nehri'nin yalnızca bazı kolları üzerinde İran su tasarrufunda bulunuyor.

Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de sınır aşan su kaynakları üstünde iş birliği yaklaşımını izliyor ve bu yaklaşımını hiçbir zaman bozmuş değil. Keban ve Karakaya barajları inşa edilirken Fırat Nehri’nde saniyede 350 metreküp su bırakılması taahhüt edilmiş, komşu ülkelerin ihtiyaçları da bu bağlamda dikkate alınmıştı. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamında yapılan diğer baraj ve hidroelektrik santrallerinde de aynı politikanın izlendiğini görülebilir. Türkiye, 1987 yılında Suriye ile imzalanan protokolle de saniyede 500 metreküp su bırakmayı taahhüt etmişti ve günümüze kadar da bu sözüne hep sadık kaldı.

Burada ironi olan ise İran’ın son yıllarda özellikle yaz aylarında Irak'a giden suyu ya tamamen ya da büyük oranda kesmesi. Bu durum, halihazırda önemli ölçüde su sorunu yaşayan Irak’ta yaşamı oldukça olumsuz etkiliyor. Özellikle Dicle nehrinin bazı kollarındaki suların tasarrufu hususunda eleştiriler yönelten İran’ın, komşusu Irak’a yönelik su kesintisi yapması da çelişkili bir tutum olarak öne çıkıyor.

Fırat ve Dicle nehir sistemleri

Türkiye’den doğup Suriye ve Irak topraklarında aktıktan sonra birleşip müştereken Basra Körfezi'ne dökülen Fırat ve Dicle nehirleri, en az beş bin yıldan beri bölge insanları için hayat kaynağı. Tarihin en eski dönemlerinden beri çeşitli kanallarla birbirine bağlanan ve yüzyıllar içerisinde sulama alanlarındaki kullanımları büyük değişiklikler gösteren bu iki nehirle ilgili meseleler, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren, Türkiye'nin başlattığı projeler dolayısıyla yoğunluk kazanmış ve üç ülkenin siyasi ilişkilerini önemli ölçüde etkilemiştir.

Türkiye, Suriye ve Irak arasında sınır aşan suları kapsayan ilk uluslararası anlaşma, Lozan Anlaşması’dır. Mezkur anlaşmaya daha sonra eklenen 109. maddede, anlaşmanın imzalandığı tarihte yeni bir sınır çizilmesi yüzünden bir devletin su sisteminin diğer bir devletin ülkesinde yapılacak işlere bağlı kaldığı veya bir devletin ülkesinde, savaştan önceki teamül gereğince diğer bir devletin ülkesinde bulunan sular veya su kuvveti kullanıldığı takdirde, ilgili devletler arasında birbirinin menfaatlerini ve müktesep haklarını muhafaza edecek bir anlaşma yapılması gereği belirtiliyor. Fakat bugüne kadar böyle bir anlaşma imzalanmadı. 1946 yılında imzalanan Türk-Irak Dostluk Anlaşması’nın 1 Nolu protokolünde, Fırat ve Dicle nehirleri ile kollarını içeren suların düzene konması için Türkiye tarafından yapılacak tesislerin her iki ülkenin yararına olacağı kabul edilmekte. Türkiye'nin inşa edeceği tesislerden Irak'ı haberdar etmesi gerektiği belirtilmektedir.

Türkiye'nin Fırat Nehri üzerinde Keban Barajı'nı inşa etmeye karar vermesi üzerine Türkiye-Irak-Suriye ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. Keban'dan sonra Karakaya ve özellikle sulama amaçlı Atatürk Barajı’nın inşaatı ve su tutması sırasında zaman zaman gerginleşen ilişkiler, günümüzde nispeten daha sakin. 1987 yılında Suriye ile yapılan ve saniyede nehir yatağına 500 metreküp su bırakılmasını öngören protokol Türkiye tarafından düzenli şekilde uygulanıyor.

Türkiye-Suriye-Irak: Fırat ve Dicle ihtilafı

Türkiye ile Suriye ve Irak arasında, Fırat ve Dicle nehirlerinin tanımlanmasında yani ne tür sular sayılması gerektiğinin tespiti konusunda da ihtilaf yaşanıyor. Suriye ve Irak'a göre Fırat ve Dicle suları, uluslararası sulardır ve bu nedenle de uluslararası sulara ilişkin uluslararası teamüllere dikkat edilmesi beklenmektedir. Türkiye kaynağı kendisinde olan iki ırmağı "sınır aşan sular" olarak tanımlıyor. Uluslararası hukuk açısından, "uluslararası sular" ile "sınır aşan sular" arasındaki ayırım ve bunlar üzerindeki hak ve yetkiler açık bir biçimde belirlenmiş durumda. Birbiriyle tam ters olan bu iki görüş, üç ülke arasında görüş ayrılığını da beraberinde getiriyor.

"Uluslararası sular", yakaları iki veya daha fazla ülkenin egemenliği altındaki ülkelerdir ve bu tür sular genellikle paylaşılır. Bu ya ortay hat ile veya "thalweg line" denilen bir hat ile belirlenir. "Thalweg line" uluslararası hukukta ve özellikle uluslararası deniz hukukunda sınır oluşturan sularda sınırı belirleyen veya belirlediği varsayılan, nehrin her iki yakasının tam orta hattından geçtiği varsayılan ve bunun da nehrin en derin noktası varsayımından hareketle sınırın bu şekilde hesaplanması gerektiğini belirten sınır belirleyen çizgi olarak tanımlanmaktadır.

Türkiye ile Yunanistan arasında Meriç Nehri sınır çizerken Türkiye ile Gürcistan arasında aynı işlevi gören Arpaçay'dır. "Sınır aşan sular" ise iki veya daha fazla ülkenin topraklarını aşan sulardır ki, Dicle ve Fırat bunların en tipik örnekleri.

Ülkelerin Fırat ve Dicle'nin sularının paylaşılması konusunda talep ettikleri su miktarları çok büyük farklılıklar gösteriyor ve nehir kapasitelerinin üzerinde yer alıyor. Fırat Nehri'nin yıllık su potansiyeli 35,58 milyar metreküptür. Bu suyun yüzde 88,7’si Türkiye topraklarından, yüzde 11,3’ü de Suriye topraklarından doğuyor. Irak'ın ise Fırat'ın debisine katkısı sıfırdır. Buna karşılık, Türkiye’nin tüketim hedefi 18,42 milyar metreküp (yüzde 35), Suriye’ninki 11,50 miyar metreküp (yüzde 22), Irak’ınki ise 23 milyar metreküptür. (yüzde 43) Bu miktar toplam olarak 52,92 milyar metreküpe ulaşmaktadır ki, Fırat’ın toplam debisinden 17,3 milyar metreküp daha fazladır. Dicle Nehri için de benzer bir durum söz konusu. Bu nehrin sularının yüzde 51,9’u Türkiye topraklarından, yüzde 48,9’u da Irak topraklarından doğmaktadır. Suriye’nin Dicle’nin debisine katkısı sıfırdır. Buna karşılık Türkiye nehir sularından yılda 6,87 milyar metreküp (yüzde 13), Irak 45 milyar metreküp (yüzde 83) ve Suriye 2,60 milyar metreküp (yüzde 4) kullanmak istemektedir. Bu talepler toplamda 54,47 milyar metreküpü bulmaktadır ki, bu da Dicle’nin 48,67 milyar metreküp olan toplam debisinden 5,80 milyar metreküp daha fazladır.

Suriye ve Irak'ın, Türkiye’nin sunduğu ve kısa adıyla "Üç Aşamalı Plan" diye anılan çözüm teklifini de kabul etmediği biliniyor. Her üç ülkeden oluşturulacak ortak komisyonun, birinci aşamada Fırat ve Dicle nehirleri için her üç ülkede su kaynakları döküm çalışmalarını yapması, ikinci aşamada sulu tarım yapılacak toprakların döküm çalışmasının yapılması ve nihayet üçüncü aşamada da su ve toprak kaynaklarının değerlendirilmesinin yapılması Türkiye’nin sunduğu öneriler arasında. Suyun akılcı, hakça ve optimum şekilde kullanılması için ortak kararlar oluşturulmasını esas alan üç aşamalı plana, Suriye ve Irak, "egemenlik haklarına ve içişlerine müdahale" olacağı gerekçesiyle karşı çıkıyor.

Asıl sorun iklim değişikliği

Küresel iklim değişikliğinin yarattığı olumsuz etkilerin en büyüğü kuşkusuz su ve su kaynaklarının etkilenmesi. İklim değişikliğine karşı uyumda ciddi sorunlar yaşadığımız da bir gerçek. İklim değişikliğinin yarattığı etkilere doğanın uyumu bir süre sonra gerçekleşecek olsa da insanoğlunun adaptasyonunun kolay olmayacağı da görülüyor.

Küresel iklim değişikliğinin hızla büyüyen etkilerinin yanında, ciddi su stresi yaşayan İran’ın, yaşadığı su sorunu ile yüzleşmek yerine, halkın öfkesini yatıştırmak için faturayı başkasına kesme işine son vermesi önemli. Kuşkusuz, diplomatik gerilim yerine iş birliği çok daha başarılı ve kalıcı çözümler üretecektir.

Küresel iklim değişikliğinin yeryüzünde yaratacağı su kıtlığının savaşlara zemin hazırlamaması için önerilecek en doğru çözüm, ilgili ülkelerin bir araya gelerek kıt kaynakların insanca bir temelde ortak paylaşıma sokulmasını sağlayacak bir planlama yapmasıdır. Suyun bir insan hakkı olması dolayısıyla su politikalarının adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan etik bir çerçevesi hızla hayata geçirilmelidir. Ayrıca, su sorununa bulunacak adil çözümler ve uygulanabilirlikleri uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmalıdır.

[Doç. Dr. Metin Duyar Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyesidir]

Editör: Haber Merkezi