Yazan: Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi) 
(AA) Fransa Akdeniz-Afrika-Orta Doğu jeopolitik üçgenindeki varlığını Arap Baharı sonrası dönemde her geçen gün daha da artırma yönündeki politikasını devam ettiriyor. Siyasi-askeri hırslarını ve bu bağlamda tarihsel hedeflerini “ötekiler” üzerinden saklayan ve meşrulaştıran Fransa, krizlerden beslenen politikasıyla yeni dünya düzeni inşa sürecinde yerini almaya çalışıyor. Yeni emperyalist politikası çerçevesinde, Türkiye ile bir kez daha tarihsel hesaplaşma içine giren Fransa, kaygan bir zeminde yeni ittifaklar peşinde. Batı-Doğu mücadelesini ve hatta Batı’nın kendi içindeki güç mücadelesini bir fırsata çevirmeye çalışan Fransa açısından, “zayıf halkalar” ve buralarda yürütülen nüfuz mücadeleleri önemli bir yere sahip. Lübnan’da yaşanan son patlamadan sonra Beyrut sokaklarında boy gösteren Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un manda çağrısı bu açıdan epey önemli; özellikle de Soğuk Savaş sonrası süreçte, ABD’nin adeta zafer sarhoşluğu yaşadığı bir dönemde, uluslararası sistemde yaşanan boşluğu doldurmaya ve bu kapsamda “Büyük Fransa”yı yeniden inşa politikasına yönelik ilk ciddi hamlesini yaptığı yer olan Afrika açısından.

Nitekim Fransa 1990’lı yıllardan itibaren “yumuşak” ve “sert” güç unsurlarını kullanmak suretiyle bu kıtada tekrar güçlü bir şekilde yerini almaya çalışıyor. Bu kapsamda “müze diplomasisi” ve askeri müdahaleler arasında gelgitler sergileyen Fransa’nın, Afrika politikasında sert gücün ön plana çıkacağına yönelik sinyaller her geçen gün daha net alınıyor. Geçtiğimiz Temmuz ayı içinde yaşanan gelişmeler bu açıdan fazlasıyla dikkat çekiciydi. Bunlardan ilki 1830-1962 yıllarında Fransız işgaline karşı savaşan 24 Cezayirli mücahidin kafatasının, 170 yıl sonra, Fransa’da sergilendikleri müzeden ülkelerine getirilmesi ve bunun Fransa tarafından bir kamu diplomasisi başarısı olarak lanse edilmesiydi. Macron’un Afrika ile barışma ve yeni bir başlangıç gerçekleştirme hedefi doğrultusunda “müze diplomasisi”nin farklı bir uygulaması olarak nitelendirilebilecek bu hadise, Afrika’daki kanlı imajlarını düzeltmeye yönelik bir adım olsa da, sömürgeci devletler içinde en acımasız, vahşi ve barbar ülke olan Fransa’nın “neler yapabileceğini” göstermesi açısından da önemliydi. Dolayısıyla tarihsel hafızayı canlandıran bu “diplomasi” uygulaması, sömürgeci yüzsüzlüğünün bir başka tezahürü olarak tarihteki yerini şimdiden almış durumda.

Diğer taraftan Savunma Bakanı Florence Barley’in yine Temmuz ayı ortalarında, terörle mücadele kapsamında Mali’ye yaklaşık 100 asker göndereceklerini açıklamasının ardından, bu ülkedeki Fransız üssünden Hafter’e destek amacıyla Libya’nın güneyine asker gönderildiğine ve Charles de Gaulle uçak gemisinin de Sirte’nin 80 kilometre açığına demirlediğine yönelik iddialar, Fransa’nın bu kıtadaki askeri operasyonlarının daha da artacağına işaret ediyor. Bu gelişmeler hiç kuşkusuz “fiili işgal” ile eşdeğer görülüyor ve başta eski Fransız sömürgeleri olmak üzere, ilgili tüm taraflarda ciddi endişelere yol açıyor. Bu da Frankofon Afrika’daki hegemonyasını sürdürmekte zorlanan Fransa’nın ve buna bir çözüm bulmaya çalışan Macron’un işini elbette daha da zorlaştırıyor. Peki, Fransa neden böylesi çelişkili bir politikayı aynı zamanda uygulamaya çalışıyor? Fransa’nın Afrika’daki varlığının temelinde nasıl bir politika yatıyor? Fransa Afrika’dan neden vazgeçemez?

Fransa’nın Afrika politikasında üç temel dönem söz konusu: Sömürgelerini kaybettiği İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar süren klasik sömürgecilik, Soğuk Savaş’la gelen yeni sömürgecilik ve Soğuk Savaş sonrası dönem. Bu üçüncü dönem de kendi içinde Arap Baharı öncesi ve sonrası şeklinde ikiye ayrılabilir. Zira Arap Baharı ile birlikte Fransa’nın militarist varlığı sadece “Fransa Afrikası”ndaki mevcut yönetimlere, terörist yapılanmalara yönelik değil, aynı zamanda Fransa’nın bölgedeki varlığını, çıkar alanlarını tehdit eden, tehdit etme potansiyeli gösteren üçüncü ülkelere karşı da örtülü operasyonlar ve güç gösterisi şeklinde tezahür etmekte.

Fransa’nın Afrika’ya yönelik klasik sömürgecilik dönemi dışındaki aktörleri/ilişkileri kabullenememesi, daha da ötesi bir tehdit olarak görmesi ve bunu “Batı dünyasının ortak tehdidi” olarak yansıtma gayretleri, bugünkü politikasının temelini oluşturuyor. Dolayısıyla Fransa’nın anlayışında var olan “sahiplenme” duygusu ve bu bağlamda Afrika’nın “her istediğini yapabileceği bir arka bahçe” olarak görmesi, bu kıtaya yönelik farklı yöntem ve uygulamaların da bir anlamda nedenini ortaya koyuyor.

Fransa’nın diğer aktörlere göre Afrika’da daha hırslı bir politika izlemesi, kıtaya yayılması ve elde ettiği sonuçlar, haliyle bu kıtaya yönelik politikasının altyapısını da gündeme taşıyor. Bu kapsamda, kıtada sadece siyasi değil iktisadi açıdan da katı bir politika yürüten Fransa’nın, eski sömürgelerinde fazlasıyla güçlü bir alt yapıya sahip olduğu hemen dikkatleri çekiyor. Kıtadaki hâkimiyetini kalıcı hale getirmek için sömürgelerdeki yönetim ve eğitim politikalarını kendine uygun biçimde düzenleyen ve kolonilerini merkeze bağlı bir şekilde yönetmeyi tercih eden Fransa’nın bu ülkelerde yumuşak güç unsurlarını kullandığı, bunların başında da Fransızcanın ve Fransız kültürünün geldiği görülüyor. Nitekim bugün bu sömürge ülkelerinin neredeyse hepsinde Fransızca resmi dil; hatta bazı sömürge ülkelerinde kendi yerel dilleri kullanılmamakta; tek ve ortak resmi dil Fransızca.

Yerli halkları kendi içlerinde eritmek doktrininden hareketle, sömürge topraklarında özellikle toplumun belirli bir kesimine ayrıcalıklar tanıyarak, kendisiyle işbirliği yapacak elit bir sınıf devleti oluşturma ve bunları Fransız kökenlilerle destekleme, Fransa’nın izlediği “böl-yönet” politikasının önemli bir parçasını oluşturuyor. Bundan ötürü Afrika’daki “ulussuz devlet” inşalarında Fransa epey önemli bir yere sahip.

Fransa’nın Afrika’daki varlığının/gücünün temelinde, kilit mevkilerde bulunan elitlerin tamamına yakınının, geçmişte olduğu gibi günümüzde de Fransız eğitiminden geçirilmesi yatıyor. Dolayısıyla milli bilinç ve yapıların oluşumunu engellemek ve bunları ekonomik, kültürel ve toplumsal anlamda kendisine tâbi kılmak yönündeki politikasının bir sonucu olarak “Siyah Fransızlar” oluşturmaya yönelik asimilasyon politikası bu noktada büyük önem arz ediyor. Bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Fransız bayrağını kendi bayraklarına ekleyen Afrikalı ülkeler ve “Fransafrika” (Françafrique) gibi kavramları gündeme getiren Afrikalı lider ve entelektüeller bunun en büyük kanıtı olarak değerlendiriliyor.

Bir diğer önemli husus, Fransa’nın Afrika’daki eski sömürgeleriyle olan siyasi, askeri, ticari ve kültürel ilişkisini hiçbir şekilde kesmemesi ve bunu değişik araçlarla ve yöntemlerle devam ettirmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bundan dolayı Fransa, bu ülkeler açısından halen en önemli ticaret ve güvenlik ortağı. Bu kapsamda, tek ürüne bağımlı ekonomiler oluşturarak bu ülkelerin kendisinden kopmasını engelleyen Fransa’nın, bu ülkelerden çekilirken imzaladığı savunma işbirliği anlaşmaları ve kendine yüklediği “Afrika’nın jandarması/polisi” rolü, açıkçası bu ülkelerdeki varlığının ve müdahalelerinin (1945-2005 yılları arasında yapılan 130 askeri müdahalnin) en büyük güvencesini oluşturuyor.

Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, “jandarma/polis” rolü ya da militarist yöntemler Fransa açısından kaçınılmaz kabul ediliyor. Zira Fransız yayılmacılığının temelinde, öncü güç olarak askerler ve kanlı işgal politikaları söz konusu: Askerler tüccarlara yol açıyor. Bugün de yapılan şey aslında geçmişten farklı değil. Macron’un başta Doğu Akdeniz olmak üzere, bölgedeki krizlerde ve Türkiye karşıtı tutumunda, başta Fransız ordusunu ön plana çıkarması ve savaş naraları atmasının temelinde de bu anlayış yatıyor.

Fransa’nın kurduğu sisteme aykırı hareket edenler cezalandırılıyor. Bu husus bizzat Fransızlar tarafından “ellerinizi kirletmeden Afrika ile ilgilenemezsiniz” sözüyle de adeta itiraf ediliyor. Afrika’da devlet başkanları ve diğer devlet adamları, aydınlar, gazeteciler, iş adamlarına, “Afrika Afrikalılarındır” söylemine/ruhuna sahip olanlara yönelik gerçekleştirilen darbeler ve suikastlar, Fransa’nın kanlı elinin en somut göstergeleri arasında yer alıyor. Zira Fransa Afrika’yı kaybetme riskini hiçbir şekilde göze alamıyor; özellikle de “Frankofon Afrika”daki hegemonyasını sürdürmekte zorlanmaya başladığı, meydan okumaların arttığı şu dönemde.

Aslında bu ifadenin kendisi bile başlı başına Fransa’nın Afrika’dan neden vazgeçemediğini büyük ölçüde özetliyor. Nitekim kıtada 1659’da St. Louis’i (bugünkü Senegal) sömürgeleştiren Fransa açısından, bu ülkeler hem önemli bir pazar hem de enerji ve hammadde ihtiyacını karşılayacak tedarikçiler olarak görülmekte. Öyle ki 1950’li yıllarda Fransa dış ticaretinin yüzde 60’ı Afrika’yla yapılmakta ve enerji ihtiyacının yüzde 30’u da yine buradan karşılanmaktaydı. Günümüzde bu ihtiyaçlar, özellikle de enerji güvenliği bağlamında, daha da artmış vaziyette. Bilindiği gibi, Fransa’nın enerji üretiminde ilk sırada nükleer enerji bulunuyor ve Fransa bu sektör için gerekli uranyumu Afrika ülkelerinden tedarik ediyor. Tabii bir de mevzunun petrol ve doğal gaz boyutu var.

Fransa hammadde alımının yanı sıra, bu ülkelere en fazla ihracat yapan ülke konumunda. Dolayısıyla bu ülkelerden çekilmiş olsa da, karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkisi devam ediyor. Daha da ötesi, Fransa açısından savaşacak insan kaynağı da halen Afrika. “Senegalli savaşçılar” ile başlayan bu süreç, Birinci Dünya Savaşı’nda zirve yapmış ve Fransız ordusunda 845 bin Afrika kökenli asker değişik cephelerde bu ülke adına savaşmıştı. Savaştıkları yerler içinde Osmanlı toprakları ve hatta Antep bile vardı. Gelinen aşamada, ülkesinde ordusuna asker temininde zorlanan Paris açısından yine “Senegalli askerler” görev başında ve elbette bunlar sadece Senegal kökenli Afrikalılar değil.

Batı’nın dağılma sürecini ve Çin ile yaşanan rekabeti/güç mücadelesini bir fırsata çevirmeye çalışan, bu kapsamda kıtadaki askeri varlığını ve operasyonlarını arttıran Fransa, Afrika üzerinden bir kez daha “yeniden doğuş” peşinde. Bir diğer ifadeyle dünyanın ikinci büyük sömürge imparatorluğunun kaybedilmesinin yaşattığı kayıpları telafi etme, 1919-1939 arasındaki sınırlarına tekrar kavuşma hayalinde. Her ne kadar Fransa ve diğer ülkeler Türkiye’yi “Yeni Osmanlıcılık” ile itham etseler de, aslında uygulamaya bakıldığında, bu ülkelerin tarihsel kodlarına hızlı bir şekilde döndükleri ve başta Afrika olmak üzere, diğer sömürgelerini bir kurtuluş yeri ve daha da ötesi “kanlı imparatorluklarını” yeniden inşa adresi olarak gördükleri anlaşılıyor. Manda çağrılarını da bu kapsamda değerlendirmek lazım.

Bu anlamda, Afrika’daki (başta uranyum olmak üzere) enerji kaynaklarının kontrolü Fransa için hayati önem taşımakta. Stratejik doğal kaynaklara sahip olma ve güzergâhları kontrol etme, Fransa’nın kendi ihtiyaçları kadar, bu kaynaklara ihtiyaç duyan diğer güç merkezleri/güç merkezi adaylarına yönelik güç projeksiyonu uygulayabilmesi ve elini stratejik açıdan güçlendirmesi açısından büyük bir ehemmiyet arz ediyor. Zira geçmişte olduğu gibi günümüzde de, özellikle “Yeni Büyük Oyun”da Afrika gıda, enerji ve su yollarının güvenliği açısından bir kez daha ön plana çıkmış durumda.

Mandanın dönüşü, Batı'nın bitişi
Özellikle Çin’in “Kuşak-Yol” ile birlikte gündeme gelen “Modern İpek Yolu” projesi kapsamında Kuzey ve Doğu Afrika’nın Malakka’ya kadar uzanan bölgeyi kontrol açısından taşıdığı önem (Cebeli Tarık, Süveyş ve Kızıldeniz boyutuyla), kıta üzerinde yeni bir güç mücadelesini gündeme getirmiş durumda. Fransa açısından da kıtanın jeopolitik-stratejik önemi, özellikle son dönemde Sahel kuşağına yönelik artan ilgisi ve operasyonları ile kendisini gösteriyor.

Aslında Fransa, böylesi bir mücadeleye hazır olduğu mesajını 2011’de Libya operasyonu ile göstermiş bulunuyor. ABD’nin Afrika Ordusu’ndan (AFRICOM) on yıl önce, 1997’de kurduğu “Afrika Ordusu” (RECAMP), Fransa’nın bu hazırlık sürecinin evveliyatını göstermesi açısından oldukça dikkat çekici. Bir diğer dikkat çekici husus da bundan bir yıl sonra Türkiye’nin dış politikada gerçekleştirdiği iki önemli açılım: Latin Amerika ve Afrika. Ankara’nın yumuşak güç bağlamında bölgede artan etkisi (buna Fransa Afrikası-Sahel kuşağı da dahil) ve bunun bölge güvenliği bağlamında askeri üslerle desteklenmesi, Türkiye’yi Fransa açısından daha öncelikli bir tehdit haline dönüştürmüş vaziyette.

Oysa düne kadar Fransa ve başını ABD’nin çektiği Batı açısından birinci derece tehdit Çin’di. Görünen o ki Türkiye artık Çin’in bir adım önünde. Nitekim şu an Çin’i konuşan yok. Bu husus, hiç kuşkusuz, orta-uzun vadede Batı’yı Çin ile yaşanacak daha şiddetli rekabette/güç mücadelesinde zayıflatacak bir etki yaratacaktır. Özellikle Berlin ve Washington bunun farkındadır. Her iki başkentin farkında olduğu bir diğer husus da “Berlin Senedi”nden “Pekin Senedi”ne adeta bir zorlamanın olduğu, hatta bir geçiş sürecinin yaşandığıdır. Muhtemelen bunu (her ne kadar yüksek sesle ifade etmese de) Paris de görmektedir. Dolayısıyla son dönemde Fransa’nın (ve elbette ABD’nin) izlediği politikalar Çin’in bu kıtada daha da güçlenmesinin önünü açmaktadır. Zira Fransa’nın eski/bildik usuller üzerinden (sadece gerekçeler biraz çeşitlendirilerek ve günümüz konjonktürüne uygun hale getirilerek) sömürgelerine dönmeye çalışması, bölgede tüm Batı’ya fatura edilmektedir.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Paris başta AB olmak üzere Batılı aktörleri kullanmak suretiyle “Büyük Fransa”yı Afrika-Orta Doğu üzerinden inşa etmek istiyor. Bunun için de Akdeniz’e yerleşmeye çalışıyor; Cezayir ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika’ya verdiği önemin altında da bu yatıyor. Fransa bunu Türkiye’yi hedef göstermek suretiyle gerçekleştirmenin peşinde. Macron’un son manda çıkışı da bu tespitimizi fazlasıyla haklı kılıyor. Bu çıkış, aynı zamanda Soğuk Savaş sonrası dönemde Afrika siyasetini sömürge bağlamından çıkartarak yeni bir zemine oturtmaya çalışan Fransa’nın yumuşak güce dayalı politikasının iflas ettiğini de gösteriyor. Dolayısıyla Fransa en iyi bildiği klasik sömürgecilik anlayışına dönüyor. Sarkozy sonrasında Macron ile eski sömürgeci anlayışa dönen Fransa’nın yeni bir Afrika politikasından bahsetmek mümkün değil. Yeni politikanın bir göstergesi olarak pazarlanan, 24 mücahidin kafatasının Cezayir’e teslimi, başta Afrika olmak üzere tüm eski sömürgelerine yönelik bir “tarihsel hafıza yenileme” girişiminden başka bir şey ifade etmiyor. Fransa müzelerindeki 18 bin kafatası bu bağlamda sıralarını beklemekte!