Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger (AA) - Avrupa Birliği (AB) devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla 25-26 Mart 2021 tarihlerinde yapılacak olan AB Liderler Zirvesi, yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) neden olduğu pandemi nedeniyle video konferans şeklinde gerçekleşecek. Zirve toplantısının gündemi oldukça geniş bir yelpazeyi içeriyor. İlk sırada Kovid-19’la mücadele ve Avrupa genelinde aşı çalışmalarının müzakeresi, seyahat sınırlandırması olup olmayacağı ve Schengen bölgesi için ortak kuralların benimsenmesi konuları bulunuyor. İkinci olarak dijital değişim, ekonomik sorunlar ve avro bölgesindeki sıkıntılar dikkati çekiyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, halen 19 ülkenin kullandığı avro'nun uluslararası finans piyasalarında gücünün korunması ele alınacak. Zirve toplantısının müteakip gündem maddeleri ise NATO ile işbirliğinin güçlendirilmesi, Rusya’ya karşı alınacak önlemler ve son alarak da önceki zirve toplantılarında gündeme gelen Doğu Akdeniz ihtilafı olacak.

Zirve toplantısı öncesinde AB üst yönetiminin Türkiye ile temas kurarak mülteci meselesi konusunda yeni işbirliği arayışına girmesi olumlu mesaj olarak dikkatleri üzerinde topluyor. Bu diyalog, siyasal gözlemciler tarafından AB’nin Türkiye ile ilişkileri normalleştirme eğilimi içerisine girmesi şeklinde değerlendiriliyor. Hatta o kadar ki, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekilmesi ve Anayasa Mahkemesi tarafından terörle ilintili olduğu gerekçesiyle Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) kapatma davası açılması bile ilişkilerin mevcut seviyesinden daha geriye gitmesine yol açmayacak. AB tarafı yukarıda sıralananlara benzer konularda Türk hükümetine yönelik eleştiri ve tavsiyelerini her zaman dile getirmekte. Bu türden ifadelerin zirve sonuç bildirgesinde yer alması da bir sürpriz oluşturmayacak. Ama esas üzerinde durulacak nokta, pragmatist perspektif, bir başka ifadeyle ilişkileri normalleştirme ve ihtilaflı alanlarda çözüme yönelme eğilimi olacak. AB’nin yakın zamanda ortaya koyduğu tutuma paralel olarak zirve sonuç bildirgesinde de Türkiye ile ilişkileri normalleştirme yönünde bir irade sergilemesi bekleniyor.

Burada hayati ehemmiyet taşıyan nokta “normalleşme” kavramı. Bu kavramdan ne anlamak gerekiyor? AB tarafının normalleşmeden anladığı ile Türkiye’nin anladığı birbiriyle tam olarak örtüşmemekte. Türkiye’nin AB’ye katılma yönünde iradesini, aradan geçen zamana ve engelleyici işlev gören uluslararası sorunlara rağmen koruduğunu biliyoruz. Türkiye adına açıklama yapan resmî görevli ve yetkililer bunu değişik platformlarda biteviye dile getiriyorlar. Öte yandan müzakerelerin hukuki bakımdan devam etmesinden bir sonuç çıkarmak gerekirse, Türkiye’nin katılımına taraftar olma hususunda AB tarafının da en azından resmî tutumunda bir değişiklik yok. Ama öte yandan son dönemde çok daha belirgin hale gelen gerçek de şu: Müzakereler hukuken devam etmekte ama fiilen durmuş vaziyette.

Türkiye-AB ilişkilerinde 25-26 Mart 2021 zirvesinden sonra ivme kazanması beklenen normalleşme acaba tam üyelik müzakerelerinde yeni başlıklar açılmasına yol açabilecek mi? AB tarafı Türkiye ile ilişkilerin geleceği konusunda ne düşünüyor? Kıbrıs meselesi, iki taraf arasındaki ilişkileri doğrudan ve dolaylı biçimde etkileyen en önemli handikap olarak varlığını koruyor. Tarafların tam üyelik konusunda olumlu ve uyumlu işbirliğinin güçlü olması, Kıbrıs ihtilafı gibi çetin meselelerde bile görüş ayrılıklarının ortadan kaldırılmasına kapı aralayabilir. Ama sorun bunun da ötesinde bir noktada kilitleniyor. AB tarafı, Türkiye’nin tam üyeliği konusunda genel bir uzlaşıyı hâlâ sağlayabilmiş değil. Dolayısıyla bu genel çerçeve içerisinde AB tarafının ikili ilişkilerde normalleşmeden kastının fiili durumu korumak olduğu anlaşılıyor. 35 müzakere başlığından 16’sının açıldığı mevcut koşullarda, ileri veya geri gitme olmadan, ikili ilişkileri etkileyen diğer sorunların çözümünün konuşulması normalleşme olarak değerlendiriliyor.

Vakıa, Türkiye ile AB arasında günümüzde bir düzineye yakın konuda ihtilaf söz konusu. Bunları başlıklar halinde sıralamak gerekirse, en başta Doğu Akdeniz ve Ege denizinde deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusundaki görüş ayrılıkları geliyor. Kıbrıs meselesi de bir boyutuyla deniz yetki alanları ile ilgili. 1996 yılında Türkiye ile AB arasında tesis edilen Gümrük Birliği’nin günün koşullarına uyarlanması için güncellenmesi, geri kabul anlaşmasının yürürlüğe sokulması, vize muafiyeti ve mülteci sorunları, ikili ilişkileri etkileyen diğer anlaşmazlık konuları. Hatta Avrupa genelinde son yıllarda güçlenen ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi de Türkiye-AB ilişkilerini negatif yönde etkilemekte.

Türkiye’nin Ortadoğu’da takip ettiği politika, özellikle Suriye ve Irak’tan kaynaklanan sıkıntılar, terörle mücadele ve komşu ülkelerin toprak bütünlüklerinin sağlanması yönündeki çabalar, Türkiye’nin çoğu kez ABD ve Rusya ile çatışma halinde bulunmasına neden olmakta. Bu durumdan hiç kuşku yok ki AB-Türkiye ilişkileri de etkileniyor. Öte yandan, Doğu Akdeniz’de Mısır, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında kalan bölgede keşfedilen doğalgazın uluslararası piyasalara nasıl arz edileceği de bir başka potansiyel problem oluşturmuş durumda. Ekonomik ve rantabl olmamasına rağmen Yunanistan ve GKRY’nin bir EastMed boru hattı inşa edilmesi için AB’ye baskı yapması ve bu amaçla Türkiye’ye ait kıta sahanlığı alanında keşif faaliyetleri yürütülmesi birden çok konu ile bağlantılı bir başka problem olarak gündeme gelmekte.

İkili ilişkilerin bitmeyen bir başka konusu da AB tarafından Türkiye’ye karşı biteviye biçimde ileri sürülen temel hak ve özgürlükler alanında gerileme olduğu eleştirisidir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’nin anayasal bir yönetim biçimi olan ve tehdidi bertaraf etme amacı taşıyan olağanüstü hâl önlemleri uyguladığı bir vakıa. Darbe girişimi sonrasında tehditle mücadele etmek için özgürlüklerin özüne dokunulmadan kimi alanlarda kısmî sınırlandırmalar yapılmıştır. Ama öte yandan da Türkiye’nin hiçbir Batı Avrupa ülkesinden geri kalmayacak biçimde siyasal hiziplere geniş örgütlenme ve temsil özgürlüğü tanıdığı gözden ırak tutuluyor. İspanya’da Bask bölgesinde ayrılıkçı ETA adıyla bilinen “Bask Yurdu ve Özgürlük” örgütünü terörist kabul etmediği için Batasuna Partisi’nin hükümet kararıyla kapatılmasını AB meşru kabul etmekte ve onaylamakta. Buna karşılık Türkiye’de terörist örgüt ile yakın ilişki içerisinde olduğu tescilli olan siyasal parti hakkında kapatma davası açılması, AB tarafından kınanmakta ve Batı değerlerinden uzaklaşma olarak değerlendirilmekte.

Bu noktada bir başka dikkat çeken husus da pandemi döneminde AB’nin sessiz sedasız global düzeyde insan hakları koruma rejimi tesis ettiğini açıklaması ve temel hak ve özgürlüklere aykırı davrananlara karşı yaptırım uygulama kararı almasıdır. Mülteci botlarının AB sınır güvenlik birimleri tarafından Akdeniz’in ortasında ölüme terk edilmesi veya batırılmasının küresel insan hakları yaptırım rejimi ile ne derece örtüştüğü tartışmaya açık bir konu. Keza anne babası göçmen olan Fransız vatandaşı bir siyahinin kamu işlerine başvuru esnasında ayrımcılıkla karşı karşıya kalmasının “ayrımcılık yapmama” ilkesi ile çeliştiğini bilmek için Paris’te yaşamak gerekmiyor. Günümüzde birçok AB üyesi ülkede temel hak ve özgürlükler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gerisinde ve AB Temel Haklar Şartı ile çelişen bir yapıda olmasına rağmen AB, insan hakları söylemini yine de dış dünyaya karşı kullanılabilmekte.

Netice olarak Türkiye-AB ilişkilerinin AB zirvesi öncesinde fotoğrafını çekmek gerekirse şu söylenebilir: Pragmatist perspektiften hareket eden AB’nin önümüzdeki dönemde Türkiye ile ilişkileri mülteci meselesi başta olmak üzere birçok alanda işbirliği hedefine yönlendireceği, Akdeniz’de deniz yetki alanları konusunda Türkiye’ye yaptırım uygulama yönündeki açıklamaların yerini işbirliği ve diyalog çağrılarının alacağı anlaşılıyor. Zirve öncesinde ikili ilişkileri negatif yönde etkileme potansiyeli taşıyan İstanbul Sözleşmesinden çekilme, HDP hakkında kapatma davası açılması gibi aktüel gelişmeler bile normalleşme için engel teşkil etmeyecektir.

Bununla birlikte AB tarafının normalleşmeden anladığı, pragmatist (faydacı) ve oportünist (fırsatçı) bir perspektifle statükoyu kendi çıkarına korumaktan başka bir şey değildir. İlişkilerde normalleşmeden söz edilebilmesi için tam üyelik müzakerelerinin dinamizm kazanması, en azından yeni müzakere başlıkları açılması gerekiyor. Oysa ki mevcut koşullarda normalleşme, çatışma yaşanmaması ve tam üyelik harici konularda işbirliğinin güçlendirilmesi anlamında kullanılıyor. Türkiye’nin normalleşmeden anlaması gereken husus ise tam üyelik müzakerelerinin yeniden canlandırılması ve tam üyelik hedefine kilitlenmek olmalı. 25-26 Mart 2021 tarihinde toplanacak olan AB Liderler Zirvesi sonuç bildirgesinin Türkiye ile ilişkiler bakımından yeni bir dönemin kapısını açacağı anlaşılıyor. Ne var ki öngörülen normalleşme statükoyu korumaktan öte bir anlam taşımamaktadır.

[Prof. Dr. İrfan Kaya Ülger Kocaeli Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanıdır]

Editör: Haber Merkezi