Bu ümmetin eski ümmetler gibi, toptan yok edilmemesi, değişik ağır cezalara çarptırılmamasının bir hikmeti, Son Peygamber Hz. Muhammed’in ümmeti olmasıdır.

“Sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar tevbe ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfal, 8/33) mealindeki ayette Hz. Peygamberin nasıl bir rahmet peygamberi olduğuna vurgu yapılmıştır.

Allah İslâm’ı, kıyamete kadar bütün insanlığa son bir çağrı olarak gönderdi.

İnsanların, inanmadıkları takdirde helak olma korkusundan değil, mâkul buldukları ve ihtiyaçlarına cevap verdiği için ona iman etmelerini istemiştir.

Bu ilâhî İrade müşriklerin isteklerine ters düşüyordu, dilekleri hemen kabul edilemezdi.

Bu genel ilke dışında kısmen veya toptan imha eden felâketlerle cezalandırmayı iki şey daha engellemekteydi:

‘Hz. Peygamber’in içlerinde, aynı topluluk ve şehir içinde olması. Müşriklerin inatlarından vazgeçerek tövbe etmeleri, hak dini kabul ederek bağışlanmayı dilemeleri.’

Hz. Peygamber’in dünyadan ayrılmasından sonra da ya kâfirlerin imana gelip tövbe etmeleri veya bunların çocuklarının hidayete gelmesi ihtimali açık bulunduğundan âyetteki istiğfar, fiilen yapılanın yanında “devamlı olan istiğfar ihtimali” olarak da anlaşılmış, bu doğrultudaki bazı rivayetlere dayanılarak felâketlerle cezalandırmanın hiç olmayacağı ileri sürülmüştür.

(İbn Kesîr, Elmalılı tefsiri) Peygamberimiz Medine’ye göç edince müşrikler birinci güvenceyi kaybetmiş oldular.

Geriye iman ve tövbe kaldı, buna sarılanlar kurtuldular; inkârlarında ısrar edenler ise dünyada yenilerek, esir düşerek, yaralanıp ölerek cezalandırıldılar, âhirette de cehenneme girerek ceza göreceklerdir.

Bu açıklamalar peşin hükümle zihinleri perdelenmemiş insanları şu sonuca götürmektedir: Kur’an, Allah katından gelmiştir, bunu ispat etmek için gökten taş yağdırmaya gerek yoktur.

Ancak bir istisna teşkil eden ahir zaman fitnesi çok garip olaylara gebe olabilir.