Tarık Tavadoğlu

Kanuni Sultan Süleyman döneminde Avrupa'dan Kudüs'ü ziyarete gelen Yahudi hacılar, buradaki Yahudiler'in yaşadığı özgürlük karşısında şaşkına dönmüşlerdi

Kanuni döneminde Yahudiler hâlâ Taberiyye veya Safed şehirlerinde yaşamayı Kudüs'e tercih ederlerdi. Ancak Osmanlı fetihlerinin getirdiği güvenlik ortamında artan nüfusla birlikte şehrin Yahudi nüfusu da artmıştı. Henüz bir Yahudi mahallesi yoktu. Bütün cemaatler bir arada yaşarlardı. Şehrin güneyindeki Rişa, Şaraf ve Maşlah mahallelerinde yoğun bir Yahudi nüfusu bulunurdu. Bu yıllarda Avrupa'dan Kudüs'ü ziyarete gelen Yahudi hacıları buradaki Yahudiler'in yaşadığı özgürlük karşısında şaşkına dönmüşlerdi. 1535 yılında Kudüs'e gelen İtalyan Yahudisi David de Dossi Yahudiler'in burada devlet kademelerinde bile görev alabildiklerini hayretlerle kaydeder. "Burada sürgünde değiliz. Burada adeta kendi ülkemizdeyiz. Gümrüklere ve vergilere bakan memurlar Yahudiler burada. Ve Yahudiler için özel vergiler yok..." 

Gerçekten Osmanlı devleti getirmiş olduğu cizye hukukunu sıkı bir şekilde uygulamamışlardı. Kudüs'te cizye ödemek durumunda olan Yahudiler bile bunu mümkün olan en alt seviyeden ödemekteydiler. Osmanlı mahkemeleri Yahudiler'i korurdu ve şahitlikleri kabul edilirdi. Cemaatlerinin otonomisi hem teşvik edilir hem de muhafaza edilirdi. Gayrimüslimlere gösterilen bu geniş hoşgörünün ülkenin huzur ortamında etkisi olduğu muhakkak. 

OSMANLI MİLLET SİSTEMİ

Ancak Kudüs şehrinin huzuru Osmanlı'ya has iki uygulamaya dayandırılmıştı. Bunlardan ilki millet sistemiydi. Cemaatler millet sistemi içinde otonom bir statüye sahip olurlar, kendi dinlerinin gerektirdiği şer'i meseleler kendi mahkemelerinde, kendi hakimlerince çözümlenirdi. Kısacası herkesi bağlayan kurallar minimuma indirilmiş, devlet küçültülmüş fakat hareketli kılınmıştı. Millet sisteminin kontrolörlüğünü yapan Osmanlı mutasarrıfı ve kadısı İstanbul'dan gönderildiğinden cemaatlerden herhangi birine karşı kayırma veya hak yeme olmazdı. Millet sistemi Osmanlı tarihi uzmanlarınca yeterince incelenmiştir ve işin doğrusu aile ve miras hukukuna bakan yönüyle bugün de İsrail'de uygulanmaktadır. 

DÜN VE BUGÜN

 OSMANLI'nın bugünün sınır kavgasına cevap olabilecek çözümü kendine has ikinci uygulamasıydı ve bunun da prensipler ve uygulamalar diye ayırabileceğimiz iki şubesi vardı. Bu uygulama şehrin mahallelere ayrılması ve cemaatlerin kontrol ve otorite alanlarının belirlenmesi ile alâkalıydı. Öncelikle prensipte Osmanlı toprak egemenliğinin kime ait olduğu tartışmalarına hiçbir zaman girmemişti. Her türlü egemenlik Allah'a ve dolayısıyla onun yeryüzündeki hadimi olan sultana aitti ve paylaştırılması sorunu yaşanmıyordu. Diğer taraftan şehir de sınırları olan mahallelere ayrılmamıştı. Osmanlı yönetimi cemaatlerin kapalı mahalleler ve koloniler oluşturmasına, dolayısıyla kendilerini çevreleyen diğer cemaatlerle aralarına bir kültür duvarı kurmalarına izin vermezdi. 

CAMİ, HAVRA, KİLİSE AYNI MAHALLEDE

Kudüs'te Ermeni, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman mahalleleri vardı ama bunlar coğrafi ayrımları ifade etmiyorlar, aynı uzayı paylaşıyorlardı. Yani Müslüman mahallesi ile Hıristiyan mahallesi aynı mekandaydılar. Osmanlı Kudüs'ü olan Eski Şehir'deki bu durum bugün de devam etmektedir ve bu durum doğrusu şehri cografi olarak mahallelere, yani egemenlik alanlarına bölmeye çalışan yeni yönetimlerin işini zorlaştirmaktadır. Bugün coğrafi olarak Filistinliler'e verilmesi konuşulan mahallelerde Yahudi dini müesseseleri vardır ve Yahudi mahallesinde de cami ve kiliseler. 

KUTSAL KABİR KİLİSESİ'NİN HİKAYESİ

Osmanlı döneminde mekanlar sahiplik hakları olarak paylaştırılıp egemenlik hakları paylaştırılmadığı için bu bir sorun teşkil etmiyordu

Osmanlı'nın önemli bir başarısı sahiplik haklarının da sık sık tartışmalara yol açtığı Hıristiyan kutsal mekanlarında dayatmayı başardığı statüko uygulamasıdır. Bunu güzel bir şekilde ifade etmesi açısından Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani kiliselerinin paylaştıkları Kutsal Kabir Kilisesi'nin hikayesini anlatmak yerinde olacak. Kutsal Kabir Kilisesi'nin kontrolü dört Hıristiyan cemaati arasında paylaşılmaktaydı. Kilisenin bir parçasını kontrol etmenin manası orada ibadet yapmak, lambalar taşımak, dekorasyonlar asmak ve hepsinden öte o bölgenin temizliğini takip etmek, dini ritüellerini yerine getirmek ve gerektiğinde renovasyonunu yapmak demekti. 

Herhangi bir dekorasyonun yerinden kaldırılıp yenilenmesi, bir lambanın asıldığı sütundan alınması gibi sıradan uygulamalar bile statüko kanunu çerçevesinde gerçekleşirdi. Tabii bütün mezhepler kilisenin mümkün olduğu kadar fazla kısmının bakımını üzerlerine almak istediklerinden yeni restorasyon projeleri çatışmalara, bazıları kanlı kavgalara yol açıyordu. 

KUTSAL MEKANLARA ÖZEL FERMAN

Osmanlı Devleti 1757 yılı kadar erken bir dönemde bu çatışmaların önünü almak istemiş ve Kutsal Mekanlarda statüko ilan eden bir ferman ilan etmişti. Kilisenin önünde bulunan avlu ve avluyu yola bağlayan merdiven basamaklarını temizleme sevabı 1852 yılında Rum Ortodoksları ile Latin Katolik Kilisesinin birbirine girmesine neden olmuştu. Basamakların en altta olanı bir uçtan bakıldığında bariz bir şekilde basamak iken, diğer bir uçtan bakıldığında net bir şekilde avlunun bir parçası olarak görülüyordu. 1757 fermanında mezhepler arasında mekanlar dağıtılırken avluyu temizleme hakkı Ortodokslara, basamakları temizleme hakkı Katoliklere verilmişti. 1852 yılının günlerinden birgün temizlik sırasında mezhepler "Vay siz bizim sevaplarımızı kapıyorsunuz" diyerek birbirine girmişler ve rivayet olunduğuna göre büyüyen çatışmalarda onlarca kişi ölmüştü. İstanbul duruma el koyduğunda derhal bir ferman çıkararak bu kutsal mekanlarda yeni bir statüko ilan etmişti: "Kutsal mekanlarda ben geleceğim, milimi milimine kimin nereyi temizleyeceğini ben belirleyeceğim. Bundan sonra da bir taşı yerinden oynatan kafasını yerinden oynatmıştır. Biline…"

Yarın: Terör ve kargaşa sarmalında Ortadoğu
 

Editör: Haber Merkezi