Yazan: Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi ve Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanı)

(AA)-Türkiye’ye yönelik baskılarda vekil aktörler Fransa ve Yunanistan ikilisinin yerini asıl aktörler almaya başlamış görünüyor. Bu bağlamda ABD ve İsrail kanadından gelen son açıklamalar ve raporlar, oyunu büyük ölçüde deşifre etmiş durumda. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun başta Huawei olmak üzere pek çok Çinli teknoloji şirketinin Türkiye’de artan etkinliğinin ABD açısından bir veri güvenliği tehdidi oluşturduğuna dikkat çekmesi, hiç kuşkusuz Türk-Amerikan ilişkilerindeki Rusya S-400 eksenli krize bir de Çin boyutunu eklemiş durumda.

Rand Corporation’un “Türkiye’nin Milliyetçi Rotası” başlıklı raporu [1] , Demokrat Parti’nin başkan adayı Joe Biden’ın “Erdoğan darbeyle değil seçimle değişmeli” konuşması (çağrısı) ve Foreign Policy dergisinde yayımlanan “Erdoğan Türkiye’yi Çin’in müşterisi olan bir devlete dönüştürüyor” başlıklı analiz sonrası Pompeo’nun yaptığı bu açıklama, Washington’un temel “kaygısını” ortaya koyuyor. İkili ilişkilerdeki “güven sorununu” daha da derinleştiriyor. Pompeo, açıkça zikretmese de Türkiye-Çin ilişkilerindeki gelişmeyi güvenlik politikaları açısından bir “tehdit” olarak değerlendiriyor ve burada kilit husus olarak Türk-Rus ilişkilerinde gündeme gelen “eksen kayması” ve yaptırımlar dâhil, her türlü baskı aracına işaret ediyor. Pompeo’nun “Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kaynaklarını kabul etmenin gerçek bir bedeli olacaktır.” ifadesi bu açıdan gözardı edilmemeli. Aynı şekilde ABD’nin Ankara Büyükelçisi David Satterfield’ın Türkiye’nin ABD’li ilaç şirketlerine borcunu ödememesi durumunda bu şirketlerin ilaç satmayı durdurabileceklerini açıklaması da, bu yaptırımların özellikle sosyo-iktisadi ve siyasi hedefleri boyutuyla önemli ipuçları veriyor.

İsrail kanadından son bir ayda Türkiye’yi hedef alan çıkışları da unutmamak gerekiyor. Zira bu çalışmalar ABD-AB kaynaklı baskıların adresi hakkında önemli fikir veriyor. Bunlardan ilki Times of Israel adlı gazetede Manish Rai adında bir “uzman” tarafından kaleme alınan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik iftira ve tehditleri içeren sözde makale. [2] Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından lağvedilen “halifeliği yeniden getirmeye” çalıştığını ve bunun için “bazı adımlar attığı”nı iddia eden çalışma, “Yeni Osmanlıcılık” iddiaları üzerinden hem Türk iç siyasetini hem de Türkiye’nin Arap dünyasıyla ilişkilerini ve bu bağlamda sahada-masada eş güdümlü yürütülen dış politikayı hedef alıyor. Bu noktada MOSSAD Başkanı Yossi Cohen’in Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) muhataplarına “İran’ın gücü kırılgan” “ama asıl tehdit Türkiye’den” açıklaması da tam olarak yerini buluyor.

Jerusalem Institue for Strategy and Security (JISS) düşünce kuruluşu tarafından 16 Eylül’de yayınlanan “21. Yüzyılda İsrail (Ve Komşuları) İçin En Büyük Engel Türkiye” başlıklı raporda [3] da bu husus derinlemesine analiz ediliyor ve 2009’da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres tarafından ortaya konulan iddia ve hedef büyütülüyor. Türkiye, İsrail ve bölge açısından bir tehdit olarak ön plana çıkarılıyor. Bu kapsamda Türkiye’yi kuşatma/çevrelemeden bölgeden dışlamaya ve etkisizleştirilmeye yönelik radikal öneriler sunuluyor. İsrail istihbarat ve askeri yapısının Türkiye’ye karşı şekillendirilmesi ve Türk donanmasına karşı önlemler alması üzerinde duruluyor.

Peki, gerçekten Türkiye bir “tehdit” mi? Yoksa “tehdit” söylemleri üzerinden inşa edilmeye çalışılan bir “yeni öteki” mi? Niçin son dönemde Türkiye’ye yönelik baskı politikaları artmaya başlamış durumda? Türkiye niçin “hedef” bir ülke haline getirilmeye çalışılıyor? Türkiye’nin dış politikadaki yeni yönelimleri bu sürecin neresinde? Örneğin Türk dış politikasında gerçekten bir “eksen kayması” mı söz konusu yoksa bir “düzeltme” mi? Türkiye’nin son dönemde izlediği politika neyi hedefliyor? Bu politikayı şekillendiren temel faktörler neler? Türkiye tüm bu baskılara, dizayn girişimlerine karşı nasıl bir cevap verebilir ya da vermeye çalışıyor? Türkiye bu süreçte gerçekten yalnız mı?

Tehdit kim?
İlk olarak şu hususun altını çizmek lazım: Türkiye bir tehdit değil, bilakis kendisi tehdit edilen, tehdit altında olan bir devlet. Kendisine ve sorumlu olduğu gönül coğrafyasına yönelik tehditleri bertaraf etmeye çalışan ve bu kapsamda ikili, bölgesel ve uluslararası alandaki işbirliklerini geliştirmeye çalışan bir ülke. Türkiye’nin bu noktada yaptığı-yapmaya çalıştığı şey, bölgede kendi bekasını ve çıkarlarını da tehdit eden projelere karşı duruşu ve verdiği kararlı mücadele. Türkiye'nin yeni dünya düzeni inşa sürecinde gönül coğrafyasını da merkeze alan “çok kutuplu dünya” çıkışı ve “oyun bozan-oyun kuran” bir aktör olarak artan gücü, onu kontrol altına alınması gereken bir “hedef” haline getirmekte.

Nitekim Türkiye bölgede başkenti Kudüs olan “Büyük İsrail”in ya da “Yeryüzü Krallığı”nın inşasının önündeki en büyük engeldir. JISS raporunda da bu hususa açık bir şekilde vurgu yapılmakta ve “Türkiye İsrail için bir engeldir” denilmektedir. “Türkiye İsrail için bir engeldir” tespiti, Türkiye’nin aynen İsrail devletinin kuruluşunun önündeki en büyük engel olan Osmanlı gibi bir “hedef” ülke olarak görüldüğünü, dolayısıyla büyük bir tehditle karşı karşıya bulunduğunu gösteriyor.

Türkiye, çıkarlarına ve bekasına yönelik bu tehdidin farkında. Nitekim S-400 tercihi bile başlı başına tehdidin yönünü-adresini göstermesi açısından önemli. S-400’lerle mealen şu mesaj verilmiş oldu: “Bekama yönelik tehditler karşısında gereğini yaparım. 1945 Stalin/Sovyet tehdidini ve dış politikamızdaki kırılmayı/zorunlu tercini hatırlayın.” Kuşkusuz bu mesaj fazlasıyla alınmıştır. ABD-İsrail kanadından Doğu Akdeniz kriziyle eş zamanlı gelen çıkışlar, bu iki ülkedeki derin endişe-panik kadar, bundan sonraki sürece yönelik neler yapabilecekleriyle ilgili önemli sinyaller de içermekte.

Soğuk Savaş sonrası kendisine manevra alanı bulan ve “meydan okumaya” başlayan Türkiye’nin bir an önce tekrar kontrol altına alınması gerektiğini iddia eden söz konusu bu çıkışlar, eş zamanlı olarak düğmeye basıldığını gösteriyor. Bu noktada Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’in Çin, Rusya ve Türkiye’yi “yeni imparatorluklar” olarak nitelendirmesi, bir tesadüften daha çok anlamlı bir “zamanlamaya” dikkatleri çekiyor. Borrell’in Avrupa’nın bu ülkelerle “gücün diliyle konuşmayı öğrenmesi gerektiği” şeklindeki telkinleri de bu üç ülke içinde öncelikle Türkiye’yi dizayna yönelik olası bir müdahalenin “meşruiyet” zemininin inşasına işaret ediyor. Söz konusu açıklamalardaki “başarısız devlet” vurgusu ya da bunu çağrıştıran tanımlamalar, ithamlar (diktatörlük, iktisadi-mali anlamda yaşanan kriz, ülke ve bölge barışını tehdit eden politikalar izlenilmesi gibi) olasılık dışı ve uzak olmayan bir müdahalenin meşru zeminini oluşturmaya yönelik operasyon sürecinin parçası olarak karşımıza çıkmakta. Burada beş tarih, birer dönüm noktasını oluşturuyor: 2001, 2003, 2009, 2013 ve 2016.

Türkiye’nin önündeki seçenekler
Öncelikle, şu tespiti bir kez daha yapmakta fayda var. Türkiye, sadece Doğu-Batı arasındaki güç mücadelesinin seyrini değil, aynı zamanda bu aktörlerin kendi içindeki güç mücadelesinin sonucunu da büyük ölçüde etkileme potansiyeline sahip, paylaşılamayan bir devlet konumunda. Dolayısıyla “Yeni Dünya Düzeni”nin adının konulması kadar, “Yeni Batı” ve “Yeni Doğu”nun şekillenmesindeki jeopolitik-stratejik önemi, Türkiye’ye eşsiz manevra alanı sunmakta. Bu bağlamda Türkiye’nin “Yeni Büyük Oyun”da yalnız olduğu iddiaları, Ankara’daki iradenin direncini kırmaya, kendisine yönelik kamuoyu desteğini bitirmeye ve böylece onu esir almaya yönelik koskoca bir yalandan ibarettir. Emperyalizmin yürüttüğü psikolojik operasyonun bir parçasıdır. Zira Türkiye’nin “Yeni Büyük Oyun”da yalnız olmadığı, 11 Eylül süreciyle birlikte tescil edilmiştir. Ankara bunu çok net bir şekilde gördüğü için de kartlarını açık oynadı.

Bundan ötürü “Yeni Dünya Düzeni” açısından SSCB’nin dağılma sonrası “11 Eylül Olayları”, Türkiye ve Türk dış politikası açısından da bir dönüm noktası olarak karşımıza çıkıyor. Bu saldırıyı gerekçe gösteren ABD’nin Avrasya’nın merkezinde olan Afganistan’a Avrasya güçlerine rağmen ve daha da ötesi, onlara meydan okuyarak girmesi, Türkiye tarafından da kendi bekasına, gelecek projeksiyonuna-vizyonuna yönelik bir tehdit olarak algılanmıştır. Dolayısıyla konjonktür, Ankara’nın önüne şu seçenekleri koymuştur: 1. Teslim olmak ya da “Her şeye rağmen Batı”, 2. “Eksen kayması” ve yeni bir bağımlılık ilişkisi, 3. Denge siyaseti (aktif tarafsızlık), 4. Tarihsel kodlara dönüş ve barışı esas alan “merkez ülke” olmak.

Türkiye, 16 Kasım 2001’de imzaladığı “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ve buradaki “çok kutuplu dünya” çağrısıyla teslim olmayacağını ve nasıl bir dış politika izleyeceğini tüm dünyaya ilan etmiş ve Rusya dengesini bir kez daha dış politikasının merkezine oturtmuştur. Bu kapsamda 14-16 Ocak 2002 tarihleri arasında Türkiye’ye resmi ziyaret gerçekleştiren Rusya Genelkurmay Başkanı Anatoli Kvaşnin ile imzalanan askeri işbirliği anlaşmasıyla da bölgesel-küresel barışın tesisine yönelik kararlılık ve caydırıcılık somut bir şekilde ortaya konuldu. S-400 süreci bundan ötürü bir tesadüf değil.

Bu noktada 7 Mart 2002’de İstanbul’da, Harp Akademilerinde gerçekleştirilen “Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur” konulu sempozyumda dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın şu sözleri de oldukça dikkat çekici olmuştur: “Türkiye’nin yeni arayışlar içinde olması bir ihtiyaç. Bunun da en doğru yöntemi zannediyorum, Rusya ile birlikte, ABD’yi göz ardı etmeksizin mümkünse İran’ı da içerecek şekilde arayış içinde olunması. Türkiye, AB’den hiç yardım görmemiştir. AB, Türkiye’yi ilgilendiren sorunlara menfi bakıyor.”

Türk dış politikasında yeni arayışlar bağlamında İran, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri ile işbirliği ve güvenlik artırıcı tedbirlerin çoğaltılmasının önemine vurgu yapılan sempozyumda Türkiye’nin bölgesinde barış, güven, istikrar istediği ve bunun bölgesel-küresel bazda yayılmasına hizmet edecek adımların karşılıklı olarak atılmasının arzulandığı önemle vurgulanmış, bu noktada “barış-güven halkası” inşası hedefi de ortaya konulmuştur. Bunun için de zayıf halka olarak karşımıza çıkan Ermenistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Irak ile gerginlikleri azaltma, ilişkileri kuvvetlendirme gerekliliği de önemle belirtildi. Ankara’nın güven artırıcı faaliyetleri artırarak devam ettirmeye yönelik bir diplomasi izleyeceği bu sempozyumla bir kez daha tüm dünyaya duyurulmuş, bu öneriler kâğıt üstünde kalmadı. Nitekim sonraki yıllarda Türk dış politikasında yeni açılımlar ve “normalleşme” arayışları gündeme gelecektir ki bunların başında da Ermenistan ile “normalleşme süreci” yer almakta. Benzer şekilde, günümüzde “Yeniden Asya” şeklinde sloganlaşan Türk dış politikasındaki yönelimin fikri zemininin şekillenmesine yönelik tekliflerin de burada gündeme getirildiğini görüyoruz.

Diğer taraftan Türkiye, bu sempozyumda kendisine yönelik bir takım emrivakilere, oldu bittilere (örneğin “Kürt Devleti” ve sözde soykırım gibi) asla müsaade etmeyeceğini, bu konuda Batılı müttefiklerinin çok dikkatli olması gerektiğini, aksi takdirde Türkiye’nin farklı ittifakları-işbirliklerini tercih edeceğini “o zaman iş değişir, bizim de alternatiflerimiz” var şeklindeki çıkışlarla ilan etmiştir. Dolayısıyla Ankara 11 Eylül sürecini, hedefleriyle birlikte çok iyi okumuş ve yeni dünya gerçeğine uygun olarak şu mesajı çok net bir şekilde vermiştir: Türkiye, çok kutuplu bir dünya hedeflemektedir. Bu noktada yalnız ve seçeneksiz/alternatifsiz değildir. Dünyanın bu yeni yapılanmada bir “Barış Merkezi”ne ihtiyacı vardır. Türkiye, bunu Doğu-Batı arasında dengeye dayalı, çok taraflı bir politika izlemek suretiyle gerçekleştirmek istemektedir. Bu “Barış Kuşağı/Halkası”, sadece Türk yakın çevresi ile sınırlı kalmayacaktır.

Bu kapsamda Türkiye öncelikle yakın çevresinde istikrar, dolayısıyla da statükodan yana olduğunu özellikle Irak’ın işgaline giden süreçte ortaya koymuş, Irak’taki istikrarsızlığın sadece bu ülke ya da bölge ile sınırlı kalmayacağının altını çizmiştir. Fakat bu uyarılar başta ABD olmak üzere Türkiye’nin bazı “müttefikleri” tarafından bir “eksen kayması” olarak değerlendirilmiştir. Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini daha sağlıklı, gerçekçi bir zemin üzerine inşa etme ve bağımlılığını azaltmaya yönelik denge politikası da bir “meydan okuma” olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Irak’ın işgaline karşı duruşu ve 1 Mart 2003 “Tezkere Krizi”, Türkiye’ye yönelik 2001 sonrası başlatılan dizayn girişimlerini hızlandırmıştır.

“ABD Batısı”na karşı “Avrupa Batısı” dengesi
Türkiye, Irak’ın işgali sürecinde Batı’nın kendi içinde yaşadığı krizi, ayrışmayı çok net gördü. Bu noktada Türk-Batı ilişkilerinde 2004-2005’te zirve yapan AB’ye tam üyelik süreci, aslında Ankara’nın ABD’ye karşı bir denge arayışı olarak da karşımıza çıkıyor. Çok kutuplu yeni bir uluslararası sistemin adayı konumundaki AB, ABD ile ilişkilerde olduğu kadar, Türkiye’nin başta Rusya, Çin, Hindistan ve İran olmak üzere Asya ile olan ilişkilerinde de elini kuvvetlendirecek bir aktör olarak Türk dış politikasındaki yerini aldı.

AB açısından da (özellikle Almanya boyutuyla) Türkiye ile işbirliği, ABD’den daha bağımsız bir politika izlenmesi ve Batı dünyasının liderliği açısından önemli bir fırsat olarak görülmüştür. İki Almanya’nın birleşmesi ve SSCB’nin dağılması sonrası Maastricht Zirvesi/Antlaşması ile iktisadi gücünü siyasi boyuta da taşımaya başlayan Berlin, Türkiye-Rusya-Almanya üçlüsü arasındaki ilişkilerin iktisadi, siyasi olduğu kadar, güvenlik eksenli de geliştirebileceğine vurgular yapmaya başlamıştır. Bu kapsamda 2010’ların başında “Türkiye-Rusya-Almanya” bağlamında bir “Avrasya Üçlüsü”nün kendisini göstermeye başlaması, Almanya’nın “Doğu’ya Doğru Politikası”nda kat ettiği mesafeyi göstermesi açısından dikkat çekici olmuş ve sürecin aktörlerini hedef haline getirmiştir.

Almanya bu bağlamda mücadelesini devam ettiriyor ve Türkiye ile ilişkiler (“Türkiye dengesi”), “Yeni Batı” inşası sürecinde büyük bir önem arz ediyor. Son Doğu Akdeniz krizinde takındığı tutum da bunu gösterdi. Dolayısıyla Türkiye açısından genel anlamda Batı, daha dar anlamda Avrupa/AB içinde Almanya uygun bir denge aktörü olarak ön plana çıkıyor.

Brexit süreci, Türkiye’nin hem Batı hem de Doğu karşısında elini kuvvetlendiren bir diğer gelişme oldu. Zira İngiltere’nin çok kutuplu dünyada yerini almak ve bu noktada Türkiye ile ilişkilerini daha da derinleştirmek istemesi, “Yeni Büyük Oyun”da izlenen denge siyasetinde çeşitlenmeye ve yeni bir rekabet boyutuna yol açtı. “İngiltere dengesi”, etkisini önümüzdeki süreçte daha etkili bir şekilde göstereceğe benziyor.

Fransa’nın Akdeniz merkezli güç arayışlarını da göz ardı etmemek gerekiyor. Fransa, AB açısından olduğu kadar, NATO boyutuyla ABD açısından da riskli bir aktör konumunda ve bu husus Fransa’ya karşı Türkiye dengesini söz konusu aktörler açısından gerekli kılmakta. NATO ve AB’nin Paris’e karşı Doğu Akdeniz krizindeki “önleyici/uyarıcı” etkisi bu açıdan önemli.

Dolayısıyla Batı’nın kendi içindeki zafiyetler, değerler erozyonu ve güç mücadelesi, Türkiye açısından Batı’yı başlı başına bir seçenek olmaktan çıkarmakta ve denge politikasını kolaylaştırıyor. Daha da ötesi, “Yükselen Asya” faktörü, Türkiye’yi Batı açısından her geçen gün güvenlik politikaları bağlamında bir “merkez/tampon güç” olarak görmeye sevk ediyor. Batı kendi içinde bunun “kabulü” mücadelesini veriyor. Türkiye’ye yönelik düşmanca tutum, Batı’nın tümden kaybetmesiyle eş değer olacaktır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler (BM) 75. Genel Kurulu’nda bunu çok net bir şekilde ifade etmiş ve bölgesel-küresel barış adına “çözüm formülünü” de ortaya koymuştur.

Türkiye’yi dizayn girişimlerine cevap: “Yeniden Asya” ve “Merkez İstanbul”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söz konusu konuşması, “Yeni Dünya Düzeni” arayışları içerisinde nasıl bir Türkiye ve “Türk Dış Politikası” ile ilgili önemli ipuçlarını ihtiva etmesi açısından önemli olmuştur. Özellikle de Türk-Batı ilişkilerinde “Orta Doğu-Kuzey Afrika-Akdeniz” üçgeninde yaşanan son krizler ve bölgede Türkiye’yi güneyden kuşatmaya, gönül coğrafyasından izole etmeye, hatta onu bir “öteki” göstermek suretiyle “hedef” haline getirmeye yönelik operasyonların hız kazandığı bir dönemde.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin “yalnız”, “seçeneksiz olmadığı” ve nasıl bir uluslararası sistem arzuladığını ortaya koyan konuşması ve bu bağlamda “BM’de reform-revizyon”, “İstanbul’un bir Birleşmiş Milletler merkezine dönüşmesi” ve “Yeniden Asya” vurguları, Ankara’nın yeni dünya düzeni inşa sürecindeki duruşu, kararlılığı kadar, nasıl bir gelecek hedeflediğini de göstermiştir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” çıkışı bu konuşmasında daha somut bir hal almıştır. Türkiye’nin, BM’yi ortadan kaldırmaya yönelik girişimlere karşı BM’de reform-revizyon talepleriyle bu örgütün güçlendirilmesi ve BM’nin merkezinin (dolayısıyla da “Barış Kuşağı/Halkası”nın) İstanbul olması çağrısı oldukça önemli bir çıkış olmuştur. Bu çıkış, Türkiye’nin neden “çok kutuplu” bir dünyadan yana tavır koyduğunu çok net bir şekilde özetlemekte.

Türkiye, dünya barışı adına çok kutuplu yapı içerisinde bir taraf değil, kutuplar arasında bir denge faktörü, “Üçüncü Yol” olarak yerini almak istediğini bir kez daha deklare etmiştir. Bu çağrının bazı güçleri rahatsız edeceği de aşikâr. Zira uluslararası sistem, daha öncekilerde olduğu gibi büyük bir kriz ya da savaş sonrası inşa edilmek istenilmekte. Türkiye bundan dolayı bir engel olarak görülüyor. Barışı istediği için tehdit altında.

Batılı ve Doğulu güçlerin bu çağrıya verecekleri cevap, hiç kuşkusuz Türkiye’nin bundan sonraki tercihinde (yeni yol haritasında) etkili olacak. Türkiye’nin kaybı, hele hele onu karşısına alması, bunlardan birinin oyunu kaybetmesiyle eş değer olacaktır. Doğu ve özellikle de Batı’nın önündeki en büyük zorluk buradan kaynaklanıyor.


[1] https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR2589.html

[2] https://blogs.timesofisrael.com/erdogan-an-aspiring-caliph/

[3] https://jiss.org.il/en/inbar-lerman-yanarocak-turkey-as-a-major-challenge-for-israel-and-its-neighbors/

Editör: Haber Merkezi