Allah’tandır. Ancak ham nefisleri terbiye edebilmenin gerektirdiği haslet ve meziyetleri Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne nasip buyurmuş ve tâlim etmişti.

Terbiye vazifesinin zorluğu şuradadır: Ehl-i gaflet, kendisini uyandıranlara evvelâ karşı koyar. Gaflet uykusuna dalanlar; kendilerini îkaz eden kişilere, câhilce ve şuursuzca kızarlar. Peygamberimiz’e de kendi kavmi, hemşehrileri, hattâ amcası Ebû Leheb, yengesi Ümmü Cemil gibi akrabaları ağır hakaretlerde bulundular.

O’na; Yalancı! dediler, iftiralar attılar, O’nunla alay ettiler. Lâkin Cenâb-ı Hakk’ın telkini dâimâ, sabr-ı cemîl oldu: “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199)

Efendimiz; sabırla, tahammülle İslâm hakikatlerini anlattı. Sergilediği şahsiyet ve güzel ahlâkı ve tebliğ ettiği Kur’ân hakikatlerinin gönülleri cezbeden müstesnâ güzelliği neticesinde, O’nun etrafında nasipli, bahtiyar gönüller toplanmaya başladı.

Peygamber Efendimiz ise zirve bir zarâfet ve nezâket insanı olduğu hâlde, onlardan incinmedi.

Sabırla adım adım onları terbiye etti. “Ben Ahmed-i Muhtâr’ın ayağının tozuyum!” diyen Hazret-i Mevlânâ, Peygamberimiz’den öğrendiği edebi şöyle tarif eder: “Ey müslüman! Edep nedir dersen, bil ki asıl edep; edepsizlerin her işine, kabalıklarına ve kötü sözlerine sabretmekten ibarettir.”

Seriyy-i Sakatî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der: “Güzel ahlâk; insanları incitmemek, kin gütmeden ve karşılık beklemeden onların eziyetlerine katlanmaktır.” Muhammed İkbal; ideal insanın ancak sabır ve tahammülle pişeceğine, ancak zorluklar ve tehlikeler içinde yetişeceğine dikkat çekmek üzere şöyle bir hikâye anlatır: Bir ceylân, diğer bir ceylâna dert yanıyordu: ‘Artık ben bu avcıların şerrinden bıktım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece-gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Bundan sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Mekke’de avcıların avlanması yasaktır. Orada yatar-kalkar, orada otlarım. Artık avcı derdinden eman bulmak istiyorum. Gönlüm biraz da huzura kavuşsun!..’