İSTİKLAL ŞAİRİMİZ AKİF’İ ANMAK YETMEZ; ANLAMAK VE ANLATMAK DA GEREKİR.

Çanakkale destanını o yazdı. Ordunun Duası’nı o yazdı. Kurtuluş Savaşı öncesi esaret günlerinin acı terennümünü Bülbül’ün dilinden o kaleme aldı. Milli mücadelenin sesi kalemi ve soluğu oldu. 

Şiirleriyle, vaazlarıyla Anadolu’nun mücadele ateşini gönüllerde sönmez bir meşale gibi tutuşturmasını o bildi. 

Tefrika belasına isyan edip ümmet sancağı altında en önde ve vakurlu bir şekilde durmak düşüncesini o haykırdı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti‘nde millet mebusu olarak eğitim ve neşriyatla ilgili çalışmalarda, onun öncülükleri oldu.

Baş muharrirliğini yaptığı Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşat mecmualarında İslam âleminin dertlerini o dile getirdi.

Bu milletin kurtuluş destanı olan İstiklal Marşı’nı yazdı ve yine millete armağan etti.

1923’ten sonra ise usulca kendi hayatına döndü. Âkif’in vatana, millete yapmış olduğu hizmetler itibariyle el üstünde tutulması gerekirken, gereksiz takibatlara maruz kalıp takip edildiği endişesiyle kahroldu, acı ve zor günlerin pençesine düştü.  

1925 yılında ise sessizce gönüllü bir sürgün yaşamak isteğiyle Mısır’a gitti. 1936 yılının ortalarına doğru bir kaçak göçmen gibi ülkesine döndüğünde çocuklar gibi sevinçliydi. Vatanında gömülmek arzusuna kavuştuğu için sevincini asla gizlememişti.

27 Aralık 1936’da bütün kederlerine son veren ilahi emir vaki olmuş, Beyoğlu Hastanesinde ruhunu Allah’a teslim etmişti.

Hastanede gasp olunan cenaze öğleye doğru Beyazıd Camii’ne getirildi…  Akif, hayatında olduğu gibi mematında da, tiksindiği yapmacık ve resmi tavırlardan kurtulmuştu: Resmi kişiler ve kuruluşlar onun vefatı karşısında müspet en ufak bir kıpırdama da bulunulmadılar.

Ama Müslüman gençlik ve halk, kendi şairini, kendi büyük adamını unutmamıştı. Midhat Cemal Kuntay, cenazede gördüklerini şöyle anlatıyor: “Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra bir kaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. “Bir fukara cenazesi olmalı” dedim. Esnaf Mahir usta bayrak getirdi, Üniversite öğrencileri büyük sancağı çıplak tabuta sardılar. 

Eşref Edip Beyin tespitlerinde: “Tabut otomobilden çıkarılıyor. Çıplak, örtüsüz, yalnız tahtadan ibaret tabut! Talebeler büyük şairin tabutunu görünce hüngür hüngür ağlama başladılar. Hele bazıları o kadar müteessir olmuşlardı ki tabutu kucaklıyorlardı.  Tabutu önce ay yıldızlı bayrağımızla sonra da Kâbe örtüsüyle süslemişti. Ve o gün talebelerinin ve milletinin omuzlarında son yolculuğuna uğurlandı.”

Akif’in cenazesine gençliğin gösterdiği heyecan ve alaka, resmi kuruluşlarca hoş karşılanmadı. Merasimde öne çıkan gençler, Rektörlüğe çağrılarak azarlandıkları yazılır. Vefatının birinci yılında 1937 hiçbir etkinlik ve anma yapılmamıştır.

Onlarca yıldır bu ülkede adı bile anılmayan Mehmed Akif Ersoy, Vefatının 50 yılında 1986 Kültür Bakanlığı bünyesinde Turgut Özal hükümetinde Mehmed Akif Ersoy yılı olarak kabul edilmiştir. 

Mehmed Akif Ersoy, İstiklal Marşı ile var oldu. Ama daha çok kahramanlık destanları, mümin bir adam heyecanıyla yaşaması, milletine hizmet inancı ve âşık olmasıydı onu kalplerde yaşatan.

Akif’in başı ne kadar yükseklere ulaşsa da ayağını şehit kanıyla yoğrulmuş topraklardan kesmedi, toprak gönüllü insanlardan hiç kopmadı. 

Tevazu ve mahviyet karakteri idi. Dünyadan ve Rabbinden tek beklentisi ‘rahmetle anılmak’tı.

İstiklal marşını değiştirmek için uğraşanların, her darbe döneminde yeni bir marş yazılması için ortalığı velveleye verenlerin bugün adları sanları hatırlanmıyor.

Milli şair Mehmed Akif’in Safahat’ı ise milyonlarca okurun kütüphanesinde aziz bir hatıra olarak okunuyor.

‘ALLAH BU MİLLETE BİR DAHA İSTİKLAL MARŞI YAZDIRMASIN’

İstiklal şairimiz Mehmed Akif’in çevresinde bulunan ve iltifat gören gençlerden biri de Asım Şakir (Gören)olmuştur. Akif’in son günlerinde başucunda nöbet tutan bu genç adamın İstiklal marşı ile ilgili aktardığı hatıra ise yıllardır dilden dile anlatılır: 

“Bir gün Hakkı Tarık Us, Ruşen Eşref ve adını hatırlamadığım bir başka zat geldiler. Hakkı Tarık, ‘Üstad, dün akşam Gazi hazretleriyle beraberdik. Sizden sevgiyle, sitayişle bahsetti. Güzel sözler söyledi. Ve hatta- dikkat buyurun sözlerime-kendilerine hiss-i adavetim yoktur. Eğer olsaydı dedi, Türkiye’ye dönmesine müsaade etmezdim, İstiklal marşını da kaldırırdım.’  

Akif Bey, ‘Demek öyle’ diyerek doğruldu, ‘Asım bana yardım et!’ dedi, arkasına yastık koydum. Bir yandan da içimden; Eyvah, şimdi olmadık bir söz söyleyecek!’ diye geçiriyordum. Şöyle biraz eğildi, ‘Hakkı Beyefendi’ dedi, ‘Hatırlar mısınız? Biz Gazi’yle harp sahasında ön saflarda beraber gezdik, beraber yürüdük. Kendisini Meclis’te sonuna kadar destekledik. Bu böyleyken Gazi hazretlerinin adavet kelimesini telaffuz etmesine hayret ettim. Beni memlekete sokmayabilirdi, lütfettiler, kendilerine minnettarım, İstiklal marşına gelince, işte onu kaldıramazdı. Nasıl kaldırırdı ki, Meclis’te ilk okunduğu gün, Hilmi Tunalı hariç, herkes ayakta dinledi, kendileri de dâhil.’ 

Yorulmuştu, yavaşça geriye yaslanırken, ‘İstiklal Marşı bir daha yazılamaz, ben de yazamam!’ Sonra sözlerini derinden gelen bir sesle, ‘Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın’ dedi, sustu. 

Mehmed Âkif İstiklâl Marşı'nı milletin malı saymış, Safahat isimli şiir kitabına almamıştır. 

12 Mart 1921'de TBMM tarafından kabul edilen İstiklâl Marşı, en önemli kimlik yapıcı unsurlarımızdandır ve gerçek bir millî mutabakat metnidir.

Kabulünün100. Yıl vesilesi ile hem İstiklâl Marşımızı, Marş’ın yazıldığı dönemde ülkemizin içinde bulunduğu durumu, İstiklâl Marşı şairimizin örnek bir şahsiyet olarak önemi, eserleri ve bugünün dünyasında milli marşımızın, milli ruhunu bize hatırlattıklarını geleceğimizin teminatı genç nesillere Asım Şakir’ lere aktarmalı o milli ruhu canlı tutmalıyız.
Tarih ibret alıp benzer hatalara düşülmemesi için toplumlara kıymetli rehberlik eder.

Âkif'i anmak yetmez; anlamak ve anlatmak da gerekir.

2021 ‘İstiklâl Marşı Yılı’ olarak kutlanması kararı alan Cumhurbaşkanı ve TBMM’ne teşekkür ve şükranlarımızı sunuyoruz.