Hüner ve marifetiyle dünyada şöhret kazanmış bir zat vardı.

Kölesi ise, aksine kötü huylu bir adamdı, hemde çirkin...

Suratı sirke satar, ejderha gibi dişlerinden zehir akardı. Bulunduğu şehirde ondan daha çirkin bir adam yoktu. Koltığunun altı soğan gibi koktuğundan, gözlerinden sular akardı. Yemek pişirirken kaşlarını çatar, fakat sofraya efendisiyle beraber otururdu.

Efendisinin ekmeğini yediği ve hatta onunla birlikte sofraya oturduğu halde efendisi:

''Aman ölüyorum, bir yudum su ver dese vermezdi.''

Ne söz ona tesir ediyordu, nede dayak. Bu yüzden gece gündüz evde patırtı gürültü kopardı.

Bazen çer çöpü süprüntüyü yola döker, bazende tavukları kuyuya fırlatıp atardı. 

Yüzündenvahşilik dökülür, gönderildiği işten kolay kolay dönmezdi. 

Efendisinin ahbaplarından biri dediki:

Sayın efendi, bu adamdan ne beklersin, Allah aşkına? Sen bu içide dışıda pis herifin nesini seviyorsun?

Terbiyesini, hünerini mi yoksa cemalini mi?

Bu üç meziyetten hiç biri yok onda. Ne gezer bu ciğeri on para etmeyen münasebetsiz herifi bırak gitsin.

Bir esirciye ver, ne verirseler sat. Hatta parasız bile ver, yinede sen kazanırsın. Onun yerine ben sana hem güzel yüzlü hemde iyi huylu birisini bulayım.

Muhterem zat gülerek dostuna şu cevabı verdi:

Dediklerin doğru. Ben de kabul ediyorum. Ben onun uygunsuz hallerine tahammüle alışınca artık kimsenin cefası bana bana ağır gelmez. Herkesin cevrinetahammül edebilirim. Bu tahammül, bir zehir gibidir. Fakat insanın tabiatine yerleşince bal olur.