Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ol âlem fahri Muhammed, nebîler serveridir;
Ver salevât aşk ile, ol günahlar eritir…

Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem  Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği son peygamberidir.

Allah katındaki yüce kadrini beyan sadedinde, O’nu bizzat Cenâb-ı Hak övmüş,  melekleriyle birlikte O’na salât ettiğini haber vermiştir. 

Biz ümmet-i Muhammed’e de O’na karşı şükran borcumuzun gereği olarak, cân u gönülden salevat getirmemizi ve tam bir teslîmiyetle selâm vermemizi emretmiştir.

Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı son derece edepli ve hürmetkâr davranmamızı, Rabbimiz pek çok Kur’ân âyetiyle tâlim buyurmuştur:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)

“Allâh’ın Elçisi’nin huzûrunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. 

Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 3)

Rasûlüm!  Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. 

Eğer onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu…” (el-Hucurât, 4-5)

Âyet-i kerîmelerde bildirilen “Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmemek, Peygamber sesinin üstüne ses yükseltmemek” gibi edepler, aynı zamanda Efendimiz’e nasıl tâbî olmamız gerektiğinin de bir telkînidir. 

Yani bir mü’min, herhangi bir hususta nebevî bir tâlimat varken, bunu göz ardı ederek, kendi görüş ve kanaatini asla ön plâna çıkarmamalıdır. Kendi arzu ve menfaatine uymasa bile, Allah ve Rasûl’ünün emirlerinde dâimâ rahmet, hikmet, bereket ve hayır olduğuna inanıp ona göre hareket etmelidir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanıyıp O’na hürmet ve muhabbetle râm olabilmek, bu cihan dershânesinde görmemiz gereken en mühim tahsildir. 

Bu tahsilden mahrum biri, yani Allah Rasûlü’nü tanımayan bir kimse -isterse binlerce kitap okumuş, zihnine sayısız bilgi depolamış, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun- yine de câhil demektir.

Unutmayalım ki şanlı tarihimizde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet ve O’nu îman heyecanıyla takip şerefinin sancaktarlığı, aziz milletimize nasîb olmuştu. 

Peygamber Efendimiz’in ism-i şerîfleri zikredildiğinde elini kalbine götürerek hürmetle salevât-ı şerîfe getirmek; ordusunun her bir ferdine, kendi gücü nisbetinde “küçük bir Muhammed” olabilme idealini telkin sadedinde “Mehmetçik” adını vermek de, bu hakîkatin birer tezâhürüdür. 

Hamd olsun ki “Mehmetçik” ismini bugün de muhafaza etmekteyiz. 

Bununla birlikte o ismin temsil ettiği mânevî değerlere lâyık olabilmek için de gayret göstermeliyiz.

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Hak O’nu övdü yarattı, sevdi Habîb’im dedi;
Yeryüzünde cümle çiçek, Mustafâ’nın teridir…

Cenâb-ı Hak “Habîbim” buyurduğu Sevgili Rasûl’ünü, bu kâinatta hem “zarf” hem de “mazrûf” olarak yaratmıştır. 

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beşeriyete gönderilen bir “zarf”tır. 

O âdeta, kulları mârifetullâh’a ve Hak dostluğuna ulaştıran hakîkatlerin yazılı olduğu bir mektubun zarfı mevkiindedir. 

O zarfı açıp okuyanlar, ilâhî hakîkatlere vâkıf olur, mârifetullah’tan hisse alırlar.

Nitekim Kur’ân-ı Kerîm de Efendimiz’in kalbine indirilmiş,[3] oradan insanlığa tebliğ edilmiştir. 

Dolayısıyla Kur’ân’ı lâyıkıyla idrâk edebilmek de; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca, Efendimiz’e muhabbetle yaklaşarak O’nun gönül dokusundan hisse almakla mümkündür.

Yine ârif zâtların beyanlarına göre mevcudâtın varlık sebebi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî şahsiyetini temsil eden Nûr-i Muhammedî’ye duyulan ilâhî muhabbettir. 

Allah katında en sevgili olan O’dur. Bu sebeple bütün kâinat, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ithâf edilmiş gibidir. 

İlâhî sır ve hikmetler laboratuvarı olan bütün kâinat, âdeta Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir “mazrûf” olarak yaratılmıştır.

Bunu şu misalle de îzah edebiliriz: Nâdide bir mücevher, önce bir pamuk üzerine konulup ardından da son derece kıymetli bir kutuda muhafaza edilir. Kutunun bütün kıymeti, içinde taşıdığı cevher sebebiyledir. 

İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kâinat zarfının mazrûfu mevkiindedir.

Bu itibarla denilebilir ki nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Yeryüzünde bir çiçek açılmaz ki O’nun nûrundan bir iz taşımasın. 

Zira O olmasaydı, âlemler ıssız çöllere dönerdi.

İşte bu hakîkatin tefekküründe derinleşen kalplerde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem  Efendimiz’in gönül dokusundan hisse almanın bir bereketi olarak müstesnâ tecellîler başlar. 

Zira gönül feyzinin en büyük vesîlesi, Rasûlullah muhabbetidir. 

Bir insanın gönlü hangi muhabbetle doluysa, gözü de onunla görmeye başlar. Bir mü’minin gönlü de Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem  Efendimiz’e râm olunca; artık hayata, hâdisâta ve kâinâta hep O’nu arayan gözlerle bakmaya başlar.

Meselâ Süleyman Çelebi bu hissiyat içinde Peygamber Efendimiz’i vasfederken; “Bir aceb nûr ki Güneş pervânesi!.” der.

 Yani Güneş’i, Allah Rasûlü’nün nûru etrafında aşkla dönen bir kelebeğe teşbih eder.

Şâir Fuzûlî, coşkun bir akarsuya bakar ve;

Hâk-i pâyine yetem der, ömürlerdir muttasıl,
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su…

der.  Yani o akıp giden suyun şahsında, Allah Rasûlü’ne kavuşabilme iştiyâkıyla başını taştan taşa vurarak Mecnunlar gibi koşan peygamber âşıklarını tahayyül eder. Nereye baksa, Efendimiz’i hatırlar. 

Bir bahçıvanın gül bahçesi suladığını görür ve;

Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün;
Bir gül açılmaz yüzün-tek virse min gülzâra su!..der. 

Yani bahçıvanlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül yüzü gibi güzel bir gonca yetiştirebilmek için boşuna yorulmasınlar. 

Zira binlerce gül bahçesi de sulasalar, artık bu cihan bağında O’nun gibi bir gül açılmaz, der.