Süheyl İbn Amr ve arkadaşları yeniden Mekke’ye dönmüş ve Hudeybiye’de gördükleri manzarayı olanca açıklığıyla Kureyş’e anlatmaya başlamışlardı. Arkadaşlarının öldürüldüğü haberi gelir gelmez her bir sahabînin aldığı tavırdan ve Allah Resûlü’nün beyat davetine icabet etmedeki süratlerinden oldukça etkilenmiş, bütün imkânsızlıklara rağmen savaşma konusundaki kararlılıklarından da ciddi manada çekinmişler ve gördüklerini arkadaşlarına anlatmışlardı. Müslümanların savaş için kolları sıvadık ının haberini alan sağduyu sahibi Kureyşliler, durumun nezaketi karşısında şu görüş birliğine vardılar:  Bizim için, diyorlardı. “Bu yıl Beytullah’ı tavaf etmeden vazgeçip geri dönmeleri şartıyla Muhammed’le bir barış anlaşması yapmaktan daha hayırlı bir iş yoktur. Böylelikle Araplar ve O’nun buraya doğru geliş haberini duyanlar, bizim Onu engellediğimizi de duymuş olurlar! Gelecek yıl da gelir ve Mekke’de üç gün kalarak kurbanlarını kesip geri dönerler. Böylece zorla yurdumuza girmemiş, burada sadece birkaç gün ikamet etmiş olurlar!”

Bunun üzerine yine Süheyl İbn Amr başkanlığında Huveytıb ve Mikrez’i yeniden Allah Resûlü’ne gönderdiler. Süheyla:

Muhammed’e git ve O’nunla bir anlaşma yap! Fakat o anlaşmada, bu yıl Mekke’ye girmeme şartı mutlaka olsun; vallahi de biz, Arapların yarın sağda solda, O’nun zorla yurdumuza girdiğini konuşmalarına müsade edemeyiz, diye tembihte bulunmuşlardı.

Kararlaştırıldığı şekliyle Süheyl ve arkadaşları yola çıkıp yeniden Hudeybiye’ye geldiler. Onların yeniden gelişlerini uzaktan gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):

''Bunları tekrar gönderdiklerine göre Kureyş sulh istiyor, buyurdu. Ümitlenmişti; zira O’nun istediği de buydu. Çünkü Mekke müşrikleriyle Hayber’de bir araya gelip de odak oluşturan Yahudilerin, aralarında oturup da Medine’ye karşı ortak tavır belirleme konusunda anlaştıklarını biliyordu. En azından şimdi, bu ittifakın taraflarından birisi ile anlaşıp düşmanın gücünü parçalama fırsatı doğmuştu ve bu fırsat, tebliğini yapmakla mükellef olduğu İslâm adına iyi değerlendirilmelidir.

Bağdaş kurarak yere oturan Allah Resûlü’nün yanına gelen Süheyl de yaklaşmış ve yere diz çökmüştü. Abbâd İbn Bişr ve Seleme Bin Eslem İbn Harîş, zırh ve miğferlerini giymiş olarak Efendiler Efendisi’nin başında nöbet tutuyorlardı. Ashâb-ı kirâm da etraflarında halkalanmış, olup bitenleri takip etmeye çalışıyorlardı.

Uzun uzun konuştular. Kıyasıya bir pazarlık cereyan ediyor; ses tonları da bir yükselip bir alçalıyordu. Bir ara Süheyl’in ses tonunun daha da yükselmesi karşısında buna dayanamayıp sinirlenen Abbâd İbn Bişr ona:

Resûlullah’ın yanında sesini kıs, diye tembihte bulunacak ve Resûlullah’ın huzurunda bulunma hassasiyetinin ihlâl edilmemesi gerektiğini hatırlatacak. Bu uzun konuşmaların neticesinde prensipte şu maddeler üzerinde anlaşıldı:

1. Taraflar arasında on yıl süreyle savaş yapılmayacaktı.

2. İnsanlar, birbirlerinden gelebilecek tehlikelere karşı güvende olacaklardı.

3. Allah Resûlü ve ashâb-ı kirâm hazretleri, bu yıl geri dönecek ve ancak gelecek yıl Beytullahı ziyaret edebilecek. Mekke’de üç gün kalabilecekleri bu gelişlerinde yanlarında sadece yolculuk silahları olacak ve kılıçlarını da kınlarından çıkarmayacaklar.

4. Velisinin izni olmadan Kureyş’ten gelip de Efendimiz’e sığınanlar, İslâm’ı kabul etmiş bile olsalar velisine iade edilecek; diğer yanda müminlerden birisi gidip de Kureyş'e sığınırsa onlar onu iade etmeyeceklerdi.

5. Karşılıklı ayıplamalar ortadan kalkacak; ne hıyanet ne de hırsızlık gibi olaylara mahal verilecekti.

6. İki tarafın dışındaki kabile ve topluluklar, diledikleri zaman diledikleri tarafla ittifak kurup anlaşma yapabilecekleri. Bilhassa bu son madde kabul edilir edilmez Huzâ’a kabilesi, “Bizler, Muhammed’le ittifak edip anlaşmayı kabul ettik.” derken, Benî Bekir kabilesi de, “Bizler de, Kureyş ile ittifak kurup anlaşma yaptık.” diyerek saflarını netleştirmiş oldular.1

Hz. Ömer’in Feveranları:

Ancak bu madde ve ortaya konulan şartlar, müminlere çok ağır gelmişti; bir yandan ayak diretip de hiç taviz vermeyen Süheyl, diğer yanda ise bunları karşı tarafa verilmiş tavizler olarak değerlendiren müminler vardı; maksatları Allah Resûlü’ne tepki değil, meselenin bütün yönleriyle vuzuha kavuşturulmasıydı. Çünkü bugüne kadar Allah ve Resûlü’nden öğrendikleri arasında, inanan bir mü’minin imansız bir kâfir veya müşrikten üstün olduğu da vardı ve şu anda karşılaştıkları husus, sanki bu bilgiyle çelişir gibi duruyordu. Bilhassa Hz. Ömer hızını alamayıp huzur-u risalete gelmiş:

 Yâ Resûlallah, diye sesleniyordu. Sen, gerçekten Allah'ın peygamberi değil misin?

Evet; Ben Allah'ın Resûlü’yüm, diye cevapladı Allah Resûlü Hz. Ömer’i. Ancak o, bu cevapla teskin olacak gibi değildi ve sorularına devam etti: 

Bizler hak üzere iken onlar ise bâtılı temsil etmiyorlar mı?

Evet!

Bizim ölülerimiz Cennette, onlarınki ise Cehennemde değiller mi?

Evet!

Öyleyse biz, dinimiz konusunda bu tavizi onlara niye veriyor; onlarla aramızdaki hükmü Allah vereceği âna kadar mücadele etmeden niye geri dönüyoruz?

Ben Allah'ın kulu ve Resûlü’yüm; O’na asla isyan etmem! O da Beni asla zorda bırakmaz; zira her durumda Bana yardım eden O’dur!

Beytullah’a gidip de onu gerçekten tavaf edeceğimizi Sen söylememiş miydin?

Evet; Ben söylemiştim! Ancak Ben sana hiç, “Bu yıl gideceksin” dedim mi?

Hayır!

Unutma ki bir gün sen, mutlaka oraya girecek ve Beytullah’ı da tavaf edeceksin!

Fıtrat itibariyle müteheyyiç bir yapıya sahip olan Hz. Ömer, sadece o günü düşünüyor ve savaşın olmadığı zeminlerin, istikbalde karşılarına ne türlü fırsatlar çıkaracağını hesap etmeden fevrî tepki veriyordu. Hatta hızını alamayacak ve Hz. Ebû Bekir’in yanına giderek benzeri şeyleri ona da söyleyecekti. Sadakatin zirve insanı Hz. Ebû Bekir, kendisine sorulan her soruyu büyük bir temkinle yaklaşıp cevaplıyor ve her cevabında da Resûlullah’ın sözlerine paralel bir netice ortaya koyuyordu. Nihâyet Hz. Ömer’e döndü ve:

Behey adam, dedi. Şüphe yok ki O, Resûlullah’tır; Allah’a isyan edecek değil ya!

O’nun Allah’ın Resûlü olduğunu ben de biliyorum, diye cevaplamak istedi Hz. Ömer. Ancak Hz. Ebû Bekir devam ediyordu:

Hem O’nun yardımcısı Allah’tır; ölünceye kadar sen, O’nun peşinden bir milim ayrılma! Allah’a yemin olsun ki O, her zaman hak üzeredir.

Belli ki bugün Hz. Ömer’in şahsında Allah (celle celâluhû), ümmet-i Muhammed için benzeri olaylar karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğinin örneğini gösteriyor ve sadece o günü düşünerek tepki verilmeyip sonuç itibariyle elde edileceklerin nazara alınarak itidal içinde olunması gerektiğini fiilen gösteriyordu. Zira yıllar sonrasında Hz. Ömer, bugün attığı bu adımlar ve yaptığı bu konuşmalardan dolayı bin pişman olacak ve kendini affettirmek için de sürekli nafile namaz kılıp oruç tutacağını, sadaka verip köle azat edeceğini söyleyecekti.

Zaten o gün Hz. Ömer'in bu kadar ısrarına şahit olan bir başka sahabî Ebû Ubeyde İbn Cerrâh, ona dönecek ve:

Ey Hattâboğlu, diye seslenecek. “Resûlullah’ın ne dediğini duymuyor musun? En iyisi mi sen, şeytanın şerrinden Allah'a sığın ve eleştireceksen kendi düşünceni eleştir!”

Bunun üzerine Hz. Ömer:

Huzur-u ilahîden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım, diyerek tekrarlamaya başlayacak; duyguları itibariyle sükûnet bulamamış olsa da, mantık ve akıl yönüyle teslim olup bundan sonrası için de duygularını bastırmaya çalışacaktı.

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.