Kastamonuludur. Fâtih ve Sultan İkinci Bâyezîd Hân zamanı Osmanlı âlim ve şâirlerindendir. İsmi Şuayb olup, lakabı Türâbî’dir. Bu isimle meşhûr olmuştur. Kaynaklarda, hayâtı hakkında fazla bilgi verilmemektedir. Karısı ile bir oğlu olduğunu Meşâirü’ş-şuarâ’da yazılıdır.  1516 senesinde vefât etmiştir.

Türâbî, Fatih'in oğlu Şehzade Cem’e hocalık yapmış fâzıl, kâmil, başta tefsîr olmak üzere pek çok ilme vakıf, velî tavırlı, meczûb görünümlü biri idi.

Zamanının âlimlerinden ilim öğrendi. Daha sonra Molla Kırmastî, Molla Hüsâm-zâde ve Molla Alâeddîn Arabî gibi âlimlerin hizmetinde bulundu. Bu âlimlerin yanında tahsilini tamamladı. Sultan İkinci Bâyezîd zamanında Dârus-se’âde hocası tayin edildi. Filibe Medresesi’ne ve Edirne’de Halebiye Medresesi’ne müderris tayin edildi. Bu medresede hoca iken müderrislik ten ayrıldı. Ömrünün sonuna kadar va’z nasihat ve ilimle meşgûl olarak günlerini geçirdi. Tefsîr ilminde âlim olup, tefsîr dersleri okuturdu.

Türabî Şuayb Efendi, İslâmiyetin emirlerine ve yasaklarına çok riâyet ederdi. Dindar olup, verâ’, güzel ahlâk ve fazilet sahibi idi. Fakirleri, yoksulları ve sâlih kimseleri severdi. Vecd ve hâl sahibi, kâmil bir kimse idi. Peygamber efendimizin (aleyhisselâm) sünnetine ve Eshâb-ı Kirâmın yoluna çok bağlı olup, bid’atlerden son derece uzak dururdu. Şakacı ve hoşsohbet bir kimse idi. Karşılaştığı kimselerle ba’zan latife yapar veya bulunduğu mecliste nükteli konuşmalarıyle oradakileri neş’elendirirdi. Ba’zan da cenâb-ı Hakkın büyüklüğünü, sıfatlarını, kudretini, âhıreti ve kendi hâlini düşünerek ağlardı. Yanında bulunanlar da onun bu hâlinden etkilenir, onlar da ağlarlardı. Sözleri ve vaazları çok te’sîrli idi. Dinleyen herkes onun sözlerinden istifâde ederdi.

Türâbî Şuayb Efendi, güçlü, kuvvetli bir kimse idi. Çok iştahlı olmasına rağmen, yemek yeme husûsunda çok sabırlı idi. Uzun zaman aç durmaya dayanabilirdi. Yaşı doksanın üzerinde olmasına rağmen, çok dinç ve kuvvetli idi. Elini sıktığı kimseler, parmaklarının kırıldığını zannederlerdi. Hattâ 95 yaşlarında, eline aldığı at nalını parmaklarıyla eğerdi.

Şiirlerini tekke kapılarına ve imâret duvarlarına yazardı. Mezarlıklarda yatar, kırlarda gezerdi. Kalabalıklar arasında dolaşmaktan pek haz etmezdi. Her nereye giderse yerde dolaşan karıncalara basmaktan imtinâ ederdi. Kimseyi değersiz ve küçük görmez, kimsenin kalbini kırmazdı. Müslüman, Hristiyan, Mecûsî veya Yahudî herkese Allah’ın bir kulu gözüyle bakardı. Cuma günleri vaâz eder, kendisine verilen on beş akçe ile geçimini sağlardı.