Necip Fazıl, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ ün vefatından 15 gün sonra, seksen iki yıl önce bugün, 25 Kasım 1938’de kaleme aldığı, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısında, Atatürk’ün vefatından dolayı hissiyatını dile getiriyor:

”Son on beş gündür her sabah yatağımızdan kalkıp Dolmabahçe Sarayı’nı yerinde bulduktan sonra, ona varlık ve mana izafe eden unsurun yok olduğuna inanabilmek, yaban bir idrak işkencesi; Atatürk’ten bir parça halinde kalan birçok şey arasında onun yokluğu, merkezi olmayan bir daire tasviri gibi içinden çıkılmaz bir muhal hissi veriyor.

Fındığın kabuğunu kırmadan içini yiyen korkunç bir sihirbaz edasıyla ölüm, Atatürk’ü hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. Ölüm, her insanda basit bir tezahür farkı ile aynı marifeti tekrarlamasına rağmen; bu son misalde bulduğu müeyyide kudretini, bütün tarih boyunca sık sık ele geçirebilmiş değildir.

Yaratıcının, bir defa bile şaşırmamaya memur sadık işçisi, bu misalde kudretinin her zamanki mevzuu ile mevzuunun bu defaki kudretini bir araya getirdi. Mahalleden bir ölü çıktığı zaman o semt, ister istemez kendisine bir alâka payı düştüğünü kabul eder.

Ölümünün mücerred sirayet ve ihtarı küçük küçük bir mesafe yakınlığını, bir nevi akrabalık haline getirdi. Fakat ne de olsa ölen ne kadar içtimai ve herkese ait hüviyet taşırsa taşısın bu bağ, kan ve his yakınları karşısında, sadece yapma bir zihin telaşı uyandırmaktan ötürü bir acı duyurmaz.

Bütün dünyada ülke Kralına, anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü.

Evinizdeki bir kahve fincanının çatlaması, bize yedikule surlarının çöküşünden daha tesirli geldiği halde; bu defaki ölümü hepimiz, fiili ve şahsi bir mülkiyet kaybı ifadesiyle duyduk.

İçtimai ölüler arasında (Atatürk gibi), her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır. Hiçbir Türk, kendi, devlet reisine, bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümit edemezdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı dünyaya sahip olduğu devirlerde bile, böyle bir ihtirama(saygınlığa ve ağırlığa) hedef olabilmiş hükümdar yoktur.  Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askeri kıt’alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki, Garp (Batı), Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır.

Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Milli Kahraman’ın ölüsü karşısında da, hiç bir protokol kaidesinin olmadığı ve hiç bir garplının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkartmaktadır.

Atatürk’ün gözleri ile görmediği bu manzarayı, biz yalnız gözlerimizde bırakmayarak; keskin bir delalet (kesin ve net bir kanıt) halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz. O, Türk’e, hem Türk’ü hem de Avrupalıyı inandırabildi. Tarihte büyük bedbinlerle (kötümserlerle) büyük nikbinlerden (çok iyimserlerden) ibaret iki sıra kahraman vardır. Her şeyi karanlık görenler, aydınlığı aramaya doğru gizli bir cehde; aydınlık görenler de öldürücü şartlar karşısında kırılmaz bir mukavemete gebedir.

Bence bu fikirlerin ikisi de, dava ve aksiyon doğuracak çapta olmak şartıyla, kurtarıcılara mahsus vasıflardandır. Bedbin kahraman bizi, vücudunu görmediğimiz bir hayata erdirmeğe, nikbin kahraman da vücudunu görmediğimiz ölüm tehlikesinden kaçırmaya memurdur.

Atatürk’ün ruhi maktalarından (Kesitlerinden) bence en alakalısı, O’nun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir. Atatürk bu eşsiz nikbinliği (aşırı iyimserliği ve ümit beslemesi), başta ve sonda, biri milletine ve öbürü şahsına ait iki büyük tezahürle vesikalandırdı.

Birinci vesika; Bir millet için; esaret ve mahkûmiyet anının, bir vakıa (fiili durum) halinde teslim edildiği hengâmede, bu vakıaya (milletimizin esir oluşuna) inanmayan tek adam o idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit bile o inanmadı.

Bu, Atatürk’ün millet ufkuna doğuşu ile başlayan ilk ve büyük nikbinliğinin (iyimserlik ve özgüvenin) tecellisidir. İkinci vesika; Milli kahraman, hasta döşeğinde günden güne fenalaşırken, yakınlarından itibaren bütün Türk Milleti’ne kadar herkes ağır bir ümitsizlik içinde boğuluyor; fakat kendisi bir çocuk gibi saffetli, ayağa kalkacağı, otomobiline veya motörüne bineceği dakikayı bekliyor, ölebileceğine bir an bile mümkün gözü ile bakamıyordu.

Bu da sonuncu tecelli. Atatürk, başlangıçta milletinin; sonunda da kendisinin ölümüne inanmadı. Bu iki nikbinlik tecellisinin birinde haklı, ötekinde haksız çıktı.

Fakat koca bir millete hayat vesilesi getirmiş bir kahramanın ferdi hayatı olamayacağı için, Onu ikinci tecellide haksız bulamayacağız.” Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Necip Fazıl Kısakürek’i rahmetle anıyorum. Ruhları şad olsun.