Kâ'b bin Züheyr, büyük bir şâirdi. Babası Züheyr, sayılı Arap edip ve şâirleri arasında yer alırdı. İki oğlu Kâ'b ile Büceyr'i de kendisi gibi edip ve şâir yetiştirmişti.

Şâir Züheyr bin Ebî Sülmâ, Ehl-i kitap kimselerin sohbetine devam ederken, âhir zamanda bir peygamberin geleceğini onlardan işitmişti.

Bir gece rüyâsında gökten bir ip uzatıldığını, ipe tutunmak için elini uzattığı halde, onu tutamadığını görmüştü. Bu rüyâsını, ahir zamanda gelecek olan peygambere kendisinin yetişemeyeceğine yormuştu.

Bu sebeple vefatından önce oğullarına, "Gelecek olan peygambere iman ediniz!" diye vasiyette bulunmuştur.

Kur'an'ın fesahat ve belagatı karşısında gözleri kamaşan birçok kuvvetli edip, şâir ve hatip, İslâmiyetle müşerref olmuştu. Bununla beraber, şirkte direnen, Peygamberimiz (s.a.v.) ile Müslümanlara karşı besledikleri kin ve düşmanlığı şiir ve hitabeleriyle dile getirmekten geri durmayanlar da vardı.

Kâ'b bin Züheyr bunlardan biri idi. Babasının ölümü üzerine, şöhretine kendisi vâris olmuştu. Kardeşi Büceyr, Resûl-i Ekrem safında yer almışken, Kâ'b bir türlü şirkten vazgeçmiyordu. Zaman zaman yazdığı şiirleriyle Efendimizi ve Müslümanları hicvederek, onları üzüyordu.

Bir gün yine kardeşi Büceyr Müslüman olmasından dolayı duyduğu kin ve kızgınlıkla inkâr saçan bir şiir yazıp göndermişti. Büceyr (r.a.), şiiri Peygamber Efendimize okuyunca, son derece müteessir oldular. Kâ'b'ın şiirleriyle Müslümanlara hakareti artık tahammül sınırını aşmıştı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Ashabına şu emri verdi:

Bu müsaadenin verilmesinden sonra, Kâ'b'ın uğrayacağı âkıbet şüphesiz dehşetli olacaktı. Bunu düşünen kardeşi Büceyr, son bir defa kendisini ikaz edip nasihatta bulunmak üzere bir mektup yazdı. Bundan kurtulabilmenin tek çaresinin de ancak, Hz. Resûlullaha gelip af dilemek olduğunu bildirdi.

Mektubu alan Kâ'b, yerinde duramaz bir hale gelmişti. Âdeta kocaman yeryüzü kendisine dar gelmeye başlamıştı. Her an son nefesini verecekmiş gibi ecel teri döküyordu. Aleyhinde verilen bu karar üzerine, kurtulamayacağını anlamıştı. İki şeyden birini tercih etmek zorundaydı: Ya şirkte devam edecek ve ele geçmemek için köşe bucak kaçacaktı, veyahut Hz. Resûlullahın huzuruna çıkarak sadakât elini uzatıp, o âna kadar yaptıklarından pişmanlık duyduğunu itiraf edecek ve af dileyecekti.

Ka'b akıllı davranıp ikinci yolu tercih etti. Zaten kardeşinden mektup gelir gelmez de iç âlemini bir pişmanlık duygusu kaplamıştı.

Uzun mesafeyi kısa zamanda katedip Medine'ye gelen Ka'b, Resûl-i Ekremin huzuruna çıktı. Peygamberimiz (s.a.v.), onu şahsen tanımıyordu. Kâ'b, bu durumu akıllıca kullandı. Peygamber Efendimizin, huzurunda diz çöküp mübârek elini tuttuktan sonra zekice şöyle bir teklifte bulundu:

Kâ'b, şiirleriyle Müslümanları üzmekten vazgeçer ve bundan pişmanlık duyup Müslüman olursa, artık Resûl-i Kibriyâ ile arasında bir mesele kalmamış demekti. Nitekim, Resûl-i Ekrem bu teklife, "Evet!.." cevabı vererek bu kanâatını izhar buyurdu.

Bu cevap üzerine, Ka'b'ın mânâ âlemi birden bire parladı ve elini Hz. Resûlullahın elinden ayırmadan şehâdet getirdi:

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) ve etrafında bulunan sahabîler bir anlık bir hayrete kapıldıktan sonra, Peygamber Efendimiz (a.s.m.), "Sen kimsin?" diye sordu.

Kâ'b, "Ben, Kâ'b bin Züheyr'in Yâ Resûlallah" diye cevap verdi.

O sırada ashabdan biri ortaya atıldı. "Yâ Resûlallah! İzin ver de şu Allah düşmanının boynunu vurayım." dedi.

Gönül ülkesi İslâmın manevî kılıcı ile fethedilen Ka'b hemen o anda Arap edebiyatında şaheser parçalar arasında yer alan "Banet Süâdü" isimli kasidesini Hz. Resûlullaha sundu.

Ka'b, Resûl-i Ekrem ve Müslümanların kahramanlık ve yiğitlik lerinden bahsederek kasidesine devam ediyordu.

Kaside içinde bir beyt var ki, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ondan son derece memnun olmuştu. O "Tâc Beyit" şuydu:

Bu beyti duyan Hz. Resûlullah, o anda üzerinde bulunan mübarek bürdesini ''hırkasını'' çıkarıp bu büyük şâire hediye ederek memnuniyeti yanında tebrik ve takdirlerini de izhar etti.

Bundan sonra "Banet Süâdü" adlı kaside "Kaside-i Bürde" olarak anılmaya başlandı.

Daha sonra bu mübârek hırka Emevilerden Abbasilere, onlardan da Yavuz Sultan Selim eliyle Osmanlılara geçti.

Bugün, Hz. Resûlullahın bu mübarek hırkası "Mukaddes Emânetler" arasında Topkapı Sarayının "Hırka-i Saadet" dairesinde muhafaza altında bulunmaktadır.