RAHMETLİ Süleyman abi (Seba) ile başkanlığından sonra da buluşurduk arada bir o meşhur dostlar sofrasında. Genellikle Valideçeşme’de, bir kaç masalı, küçük bir lokantada. Bir akşam yine koyu bir sohbete dalmışken Faik Gürses’in telefonu çaldı. Masada kimin telefonu çalarsa çalsın Süleyman abi mutlaka sorardı; “Kim o kardeşim. Ne telefonu bu?” diye. Yine sordu: - Faik, kim o kardeşim bu saatte? - Özhan abi arıyor abi, Özhan Canaydın. - Allah Allah! Çağır gelsin kardeşim, davet et. Neredeymiş? Faik abi telefonla kısa bir süre konuştuktan sonra; - Maçka’daki evindeymiş abi geliyor, dedi. Yarım saat sonra geldi Özhan abi. Herkesle selamlaştıktan sonra Süleyman abiyle birbirlerine sarıldılar ve yanına oturdu. Başkandı o sırada. Süleyman abinin masasında bizleri görünce; - Abi, dedi; basın burada. Konuşmalarımıza dikkat mi edeceğiz? - Yok efendim, karşılığını verdi Süleyman abi her zamanki kibarlığı ile; - Burası dostlar sofrası. Onlar burada gazeteci kimlikleriyle oturmuyorlar ki. Saatlerce sürdü o gece dostlar sofrasında muhabbet. Bir ara Özhan abi şoföründen arabasındaki çantasını istedi. Gelen çantadan da ipek bir kumaşa özenle sarılmış bir rozet çıkardı. Bu Beşiktaş’ın ilk rozetiymiş, yazıları Osmanlıcaydı. Bu rozetten iki tane varmış, bir tanesi de Özhan abinin Beşiktaşlı olan babasındaymış. Onu Süleyman abiye hediye etti. Süleyman abi ne kadar almak istemese de “Bu çok değerli yahu. Kalsın sende” dese de vermeden gitmedi. Süleyman abi de o rozete sonsuzluğa göçene kadar gözü gibi baktı. O gece... Ne sohbetler edildi. İki ulu çınarın kahkahaları hala kulaklarımda. Çocuklar gibi şendiler. Özhan abi öyle şeyler anlattı ki; elbette hepsi dostlar sofrasında kaldı. Şimdi bakıyorum da bugüne... Bugünkü dostluklara... Tanınmış başkanlara... Yetkili insanlara... Bakamıyorum. O günlerle bugünleri kıyaslayamıyorum. Büyük usta Yaşar Kemal’in dediği gibi: “O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler.” Saygı ve sevgiyle anıyorum ikisini de... Ne yazık ki onlar gibileri bir daha da gelmeyecekler!