Biraz da şeyhlerimizin kulağını çınlatalım
Yıllar yıllar önce.
15 yıl çalıştığım Tercüman Gazetesinde n bir anekdot aktarmak istiyorum.
80’li yıllarda ismini açıklamayacağım
O zamanlar, çok popüler olan bir şeyhimizin Anadolu’nun bir şehrindeki,
Tarikatına gizliden mürit olarak girmeye karar verdik.
Amacımız tarikat ,şeyh ve müritler arasında olanları gözler önüne sermekti.
Din ticaretinin nasıl yapıldığını ortaya koyup insanımızın gözünü açmaktı.
Belli kanalları kullanarak tarikata girdik.
Partnerim olan gazeteci arkadaşım mürit olarak şeyhimizin hizmetine girerken,
Ben de elimdeki tele objektifli Nikon makinem ile onu takip ediyor,
Yakaladığım her görüntüyü çekiyordum.
Şeyhin hizmetinde bir ay zaman geçirdik.
Nelere şahit olduk nelere!
İnanılmaz görüntülere, hizmetlere, cehaletlere.
Sırtımızda odun taşıdık.
Şeyhin odunlarını kestik, bağını bahçesini çapaladık.
Evinin temizliğinden, boyamasına kadar her türlü hizmette bulunduk.
Şeyhin ayaklarını yıkamak dahil aklınıza gelen her hizmeti sunduk.
Mide kaldırmayacak türden iğrenç şeylere de tanık olduk.
Adamlar şeyhin ayaklarını yıkıyorlar.
Kimler?
Müritleri tabii.
Ayakların parmak aralarında siyah kirler var.

Bunlar yıkanınca leğendeki suya karışıyor.
Ve bu su, yıkama bittikten sonra müritler tarafından bardak bardak içiliyor.
İnsanın midesi kaldıracak gibi değil.
Kesilen tırnakları bile kutsaldır diye saklanıyor.
Şeyhin bir saç teli bile özel bir sayğı görüyor.
Şeyh yemeğini yediğinde,
Sofrada kalan artıklar müritler tarafından paylaşılamıyor.
Şeyhin eli ,ağzı değdi diye.
Artıkları yiyorlar.
Bunun ne tür bir kutsiyeti var bilmiyorum!
Şimdi ki Corona günlerinde ayrı şeyi yapıyorlar mı?
Bilmiyorum! İnşallah yapmıyorlardır.
Ama yiyorlar işte.
Şeyhin su içtiği bardakta bir damla su mu kalmış!
Müritler anında bardağa hücum ediyor.
Suyu içiyorlar.
Bu şekilde şeyhlerine(!) daha yakın olduklarını,
Bu sayede (hâşâ!) Allah’a daha yakın olduklarını sanıyorlar.
Özetle cehalet diz boyuydu.
Bu muhterem şeyhimizin müştemilatında bir ay kaldık.
Daha doğrusu arkadaşım kaldı. Ben genelde dışarıdan izleyici ve de resimleyiciydim.
Evi her zaman doluydu.
Anadolu’nun her köşesinden gelen şeyh müritlerinin arabaları,
Evininin önünde kilometre uzunluğunda kuyruklar oluşturuyordu.
Kimisi şifa bulmaya,
Kimisi el almaya, Kimisi şeyhin ululuğundan, kerametinden faydalanmaya geliyordu.
Kısmet açtırmaya-kapatmaya mı gelenler!

Ailevi kutsal sorunlarını mı çözmeye gelenler.
Şeytan kaçırma, nazar bozma… Aklınıza ne gelirse işte!
Özetle her tür cehalet kurbanı oradaydı.
Ve son gün ulu şeyhimizden ayrılık günümüz.
Veda için Şeyh divanındayız,tabii ki el pençe bir haldeyiz.
Haddimiz(!)olmayarak şeyhimize bir soru sorma cüretinde bulunduk;
“Sevgili şeyhimiz bir ay boyunca size hizmet ettik.
Her türlü işinizi gördük.
Bu işten bizim karımız ne olacak?”.
Şeyhimiz oturduğu yüksekçe divanında şöyle bir gerildi.
Kibri tavanlardaydı.
Adeta dünyayı ben yarattım edası vardı:
“Evladım kazancınız şu olacak.
Hak vaki olduğunda siz rahmete kavuştuğunuzda
SIRAT Köprüsünün başına geleceksiniz.
Biliyorsunuz Sırat Köprüsü kıldan ince usturadan keskindir.
Allah’ın izni ile ben orada olacağım.
Sizi sırtıma alıp köprüden geçirip cennetin kapısında bekleyen,
Hurilere teslim edeceğim”
Şeyhimiz kendini maalesef Allah yerine koyup,
Sırtına aldığı bizleri cennete götürüyordu
Bu kadar acı bu kadar üzücü bir din istismarı vardı hani!
Özetle dostlar biz daha rahmetli olmadığımız için sevgili şeyhimizin bizi,
Sırat köprüsünün başında bekleyip, beklemediğini bilmiyoruz ama!
bir şeyi biliyoruz .Bu röportaj ,
O zamanlar 700-800 bin civarında tirajı olan Tercüman Gazetesi yayınlanınca,
Tarikatın ve de şeyhin sırları ortaya çıkınca,
Şeyhimiz Zincirbozan’ı boylamıştı.

Trajik komik olan Sırat Köprüsünü ve de cenneti görüp bizi oralara teslim edeceğini söyleyen,
Şeyhimiz bizim orada bir ay boyunca fotoğraflarını çekip çirkinliklerini not etmemizi görememişti.
Gözleri mi?
Bağlanmıştı ne!