DÜNYA geçmişten bu güne git gide daha çok modaların, markaların tesirinde kalıyor. Moda, marka artık yalnız insanları değil, fikir ve sanat alanlarını da dalgalandıran bir faktör oluyor. Tüketim çılgınlığı her gün değişirken, bakıyorsunuz günün birinde bir dergi yahut bir yazar moda olmuş, herkes ondan bahsediyor; başka bir günde siyasi ve iktisadi bir rejimin dilden düşmediğini görüyorsunuz. Bizde de bir kesimin gündemde tuttuğu sosyal adalet ve üretim araçlarının devletin elinde olmasını savunan sosyalizm.

Bunların gündemde tutulup tartışılmasından milletçe fayda sağlanır mı, belli değil. Zararı ise asıl milli davaları unutturmasındadır. Asıl dava denince bugün çok konuşulan ekonomik kalkınma ve refah düzeyi değil, onlardan daha önce düşünülmesi gereken, onlar olmadıkça ülkede bütün reformların neticesiz kalacağı muhakkak olan milli konuları kastediyoruz.

Türklüğün ‘olma veya ölme ’ davası iktisadi kalkınma ve ferdi refah düzeyinden önce sağlık, ahlak, milli şuur davalarıdır. Sağlık fizik olarak, diğerleri manevi olarak milleti yaşatacak, yaşatmayı var olmayı kabiliyetli kılacak, kalkınma ise ondan sonra gelecektir.

Bu sözlerin anlamı, hiç şüphesiz ülkemizdeki son yıllarda hızlı büyümeyle başlayan her konuda milli kalkınma durdurulsun da ötekilere el atılsın öncelesin demek de değildir. Fakat maddi ve ruhi sağlığı tamamlamamış, görev ahlakı son derece yükselmemiş ve milli şuuru parlamamış bir toplumun refahından ne çıkar? Refahtan, kalkınmadan maksat, bir millet olarak, yani başka milletlerden ayrı olarak kendi özelliklerimiz ve geleneklerimizle yaşamak, üstün olmak değil midir? Milli şuur olmadıktan sonra, ahlak olmadıktan sonra milli varlık nasıl korunabilir?

Sağlamlık derken de yalnız gövde sağlamlığını değil, onunla birlikte ve ondan daha çok ruh sağlamlığını kastediyoruz. Bunu en bariz örneği kurtuluş savaşında milli haysiyeti yüksek vatan sevgisiyle fakir milletin tüm fertleri birlik olup, emperyalist ülkelere karşı verdiği üstün mücadeledir. Ülkemizin geçmişte refah düzeyi düşük olsa da manevi sağlamlık, görev ahlakı ve milli şuur bakımından çok kuvvetli olduğu için tarihteki savaşların en elverişsiz şartlarında dahi varlığını korudu.

ABD işgalinde Irak ve şimdi Afganistan ise manevi sağlamlık, milli şuur ve görev ahlakı bakımından zayıf olduğundan, silah patlatmadan teslim oldular. Demek ki milletin yüksek bir maneviyatı ile milli şuur olmadan yalnız ağır endüstri, teknik, bilim ve refah milli hayatı emniyete almak için kâfi gelmiyor. Üstün teknoloji ile donatılan silahları da düşmana karşı kullanan da nihayet maneviyat ve milli şuur olduğuna göre, milli yapıda ilk önce milli şuur ve ahlak harçlarının kullanılması icap ediyor.

Türkiye’nin buğun en çok muhtaç olduğu şeyler bu manevi değerlerdir. Şimdi, bunların neden düşmüş olduğunu sorumluların kimler olduğunu bir tarafa bırakalım da tekrar nasıl elde edebileceğimizi düşünelim. Dışardan fonlanan dernekler, vakıflar ve medya ile sosyal medyadaki yalan yanlış paylaşımlar, gayri milli yayın yapan basın, sokak ve gece mekânları manevi yapıyı her gün baltalar ve kanunlar buna seyirci kalırken yarına güvenle bakmaya imkân var mı?

Bu ahlaki ve manevi yıkılmayı önlemenin başlıca iki yolu, kanun ve eğitimdir. Manevi yapıyı bozanlara karşı kanunla sert tedbirler alınırken okul programlarıyla da manevi yapının yükseltilmesi cihetine gidilmedir.

Ülkenin ciğerler yanarken plajda denize giren sahillerde keyf yapan, iktidarın gitmesi için doğal afetlerden medet uman, ülkenin Mehmetçiklerine kurşun sıkılırken maç izleyip spor tartışması yapan insanı değer yoksunlarını, insanlığa döndürmenin başka yolu yoktur ve yarın varlığımıza saldırılarsa, Türk Milletinin Kurtuluş savaşı ve 15 Temmuz veya Irak ve Afganistan örneklerinden birini tercih etmekte bugün tutacağımız yola bağlıdır.