SÜPER Bowl geçtiğimiz pazar gecesi Atlanta'da oynandı, Miami sokaklarında da inler cinler top oynadı! Bu sene bilmem kaçıncısı oynanan ellerin kullanıldığı Amerikan futbol finali milleti evlere, restoranlara, barlara televizyon başına topladı.
Onların sadece futbol dedikleri Amerikan futbolu ile işim olmadığı için gece geç saatlerde New England Patrios'un Los Angeles Rams'ı 13-3 yendiğini bir bardan sallanarak çıkan bir Amerikalı'dan öğrendim. Skor, 53 yıllık Amerikan futbolu tarihinin en az sayı üretilen maçıymış.
 
İnsan çeyrek asırdan fazla Amerika'da yaşayıp da bu ülkenin bir numaralı sporu olan Amerikan futbolunu öğrenmez mi? Kurallarını anlamayınca sevilmiyor da. Demek ki anlamak için sevmek şart. Bana şimdiye kadar hiçbir Amerikalı bu futbolu sevdiremedi.
Bizim millet Türkiye'ye gelen Amerikalıları nasıl bir kaç ay içinde futbol taraftarı yapıyor; anlamak zor. Özellikle Amerikalı diplomatların kısa sürede daha çok Beşiktaş taraftarı olmaları anlaşılır gibi değil. Kim bilir belki de giden diplomat gelen diplomata işiyle birlikte takımını da bırakıyordur.
Bir de adamların futbol dediğine ben neden Amerikan futbolu diyorum? Ağız alışkanlığı galiba. Geçen hafta Türkiye'den müzip bir arkadaşımın sorusu gibi: "Abi Amerikan mutfağına sizin orada Amerikan mutfağı mı deniyor?"
Amerikan futbolunu bir halledeyim, sonra da en kısa zamanda emlakçılara Amerikan mutfağını soracağım.
 
Arka bahçedeki Türkler
 
Hafta sonunda iki gün üst üste sosyal medyadan bizim buranın arka bahçesi sayılan Güney Amerika'ya yerleşen Türklerin hikayelerini izledim.
 
Türkiye'den çıkarken çoğunun aldığı "One way ticket" onları sayıları 10'u geçmeyen (Guyanaları saymazsak) Güney Amerika ülkelerine dağıtmış. Çoğu genç ve orta yaş grubunda olan bu insanlar ellerini kollarını sallayarak okyanus ötesine geçmişler. Hemen hemen hepsi eğitimli, donanımlı ve deneyimli kişiler. Kimi bankacı, kimi tekstilci, kimi reklamcı...
Peru'nun Calca bölgesine yerleşip hostel işletmeye başlayan Alper, 15 yıl tekstil sektöründe çalıştıktan sonra rotayı ülke dışına çevirmiş. Memlekette yaşam alanının daraldığını söyleyip, Ant Dağları'nın eteklerindeki kutsal vadide huzur aramaya başlamış. 
 
Kolombiya'nın Cali şehrinde restoran açarak şansını deneyen Beyoğlu esnafı Alper de Gezi olaylarından sonra tası tarağı toplamış. O memleketteki dayatmacı zihniyetten şikayetçi.
Uruguay'ın başşehrine yerleşen Pınar-Barış çifti de memleket özlemi çektiklerini vurguluyorlar ama yaşadıkları yerde huzurlu olduklarını söyleyebiliyorlar.
 
Türkiye'de 2011 yılında güney komşumuzdaki içsavaşla birlikte içerde sosyal yapının değişme endişesi, 2013 yılındaki Gezi olaylarıyla birlikte özgürlük alanlarının daralma düşüncesi ve son olarak darbe girişimiyle yayılan gelecek korkusu sanki hepsine yurt dışı vizesi olmuş. 
Dışı seni yakar, içi beni misali... Her ne kadar bunalmışlıklardan sonra huzur ve rahattan söz etseler de bazılarının ağızlarından simit, lahmacun ve baklavayı kaçırdıklarının şahidi oldum. Bütün gemiler yakılsa da insan bazen geride bıraktıklarını özlüyor.
 
Özlenmez mi?
Simit, lahmacun, baklava bir şekilde getirilir. Ama bir Süleymaniye, bir Galata Köprüsü, bir Dolmabahçe Sarayı gelmez mi!
Sırf bir Süleymaniye için bir Süleyman, bir de Sinan gerekmez mi?