HER dil, Allah’ın Kelam sıfatına dahildir. Dünya üzerinde insanlar tarafından konuşulan, canlılar arasında haber ve bilgi alışverişini sağlayan her kelime, dil, hareket, duygu Kelam sıfatının tecellisindendir. Beğenilenbeğenilmeyen, sevilen-sevilmeyen diller de aynı hüküm içinde. Milli kabuller, ön yargılar yüzünden kimi ülkeler ve milletler dost bilinip sevilir, kimileri de düşman bellenip kötü addedilir. Aslında ülke ve millet değildir bu ön yargıları oluşturan. O ülkelerde, o milletler üzerinde yönetim nizamını kullanan devlet ve onun icracısı hükümetler oluştururlar her türlü istendik-istenmedik duygu ve düşünceyi.

Din sayıyorlardı

Bir edebiyat mahfilindeydim. Orada sağın, daha çok da hükümetin aydınları, yazan-çizenleri bir aradaydılar. Dış siyasette, elçiliklerde, dış temsilciliklerde bulunan görevlilerin bulundukları ülke insanlarının resmi dilini bilmeleri gerektiği üzerinde fikir birliği içindeydiler. Arap ülkelerinde, görev yapan Batılı diplomatların gazetelerde, televizyonlarda Arapça yazıp, konuştukları; ama Türkiye’nin dış görevde olanlarının Arap ülkelerinde İngilizce yazıp-konuştuklarını anlatarak bundan şikeayetçi olduklarını ifade ediyorlardı. Hükümet yanlısı aydınlar bir konuya işaret ederken bile bir zaman dilimindeki uygulamalara dikkat çekmeyi ihmal etmiyorlardı. ‘Efendim, yıllarca Arapça gericilik sayıldığı için Türkiye’de açık-seçik Arapça konuşmayı, yazmayı öğrenen insanlar yetişemediler’ dedi bir eski milletvekili. Bir gerçeklikten siyasi bir devşirme yapmanın zevki içindeydi. ‘Bu taraf da Arapça’yı din sanıyorlardı’ dedim. Sesi çıkmadı.

Maksat anlaşmaktır

Arapça bir dildir. Duygu ve düşünce paylaşmanın bir aracıdır. Başka diller de öyle. Her biri bir millet için, ortak kullanılan bir araçtır. Maksat anlaşmaktır. Anlaşmanın aracıdır. Fakat dili anlaşmamanın aracı olarak kullananlar da var. Arap milletler, Batılılarca ve Batı yörüngesinde avara kasnak milletler için bedevidir, geridir, ilkeldir. Türkiye de batı yörüngesinde Araplara karşı bir aşağılama içindeydi uzun yıllar. Bu yüzden okullarda Batı dilleri öğretilmeye çalışılırken, Arapça, hele Farsça öğretilme düşüncesi hiçbir zihne uğramadı. Devletin rağmına millet içinde bir damar vardı. Din ilimlerini öğretmek için yasaların imkeanları ölçüsünde, ya da yasalardaki boşlukların kullanılmasıyla faaliyet gösteriyorlardı. İki damardan daha çok iman, ibadet ve ahlak akımı mensupları medreselerde, gayrı resmi olarak eğitim veriyorlardı. Ama en temel ilim dalı olarak Arapça’yı öğretiyorlardı. Dinin asıl metinleri Arapça olunca, Arapça’nın din sanılması gibi bir yanılgı içinde yıllarca gençlere eğitim verildi. Ama orada öğretilen Arapça daha çok metin çözmeye yönelikti. Konuşmaya, edebiyata, felsefeye, siyasete yönelik konulardan ısrarla uzak duruluyordu.

İşte bir taraf Arapça öğrenmeyi gericilik sanırken öteki taraf da Arapça öğrenmeyi din öğrenmek sanıyordu. Sonra dünya siyasetinde 300 milyonluk Arap dünyası anılmaya başlayınca Türk dış temsilciler cascavlak ortada kaldılar. Arap ülkelerinin tamamında İngilizce kullanılıyordu ama, insanların gönlüne girmek için, onların ana dillerini konuşmak iyi bir yoldur. Batılı ve ABD’li diplomatlar o insanların İngilizce konuştuğunu bildiği halde, onların ana dilleriyle onlara hitap ettiler, ediyorlar. Bu yüzden o güya çoğunluğuyla dindaşlarımız Araplar bizden daha çok Batılıları kendilerine candaş görüyorlar.

Hakikatin aydını yok

İnsanlarımız, aydınlarımız, asla evrensel olmayan, insancıl olmayan aydınlarımız, her biri bir siyasi öbeğin sözcüsü ve aydını olan aydınımız hakikati bir ucundan yakalasa da, evrensel olamadığı için, siyasi gözlükle baktığı için, tamamını asla yakalayamıyor ve her defasında ıskalıyorlar. Hakikat tümüyle kavranamadığı zaman da milletler, millet fertleri huzura, dinginliğe, saadete ulaşamıyorlar.

Türkiye’de her görüşün aydını var, ama hakikatin, evrenselin, demokrasinin, Hak ve adaletin aydını, münevveri maalesef yok.