HEP tartışılan konudur. Merkezi yönetim mi, yerinden yönetim mi diye. Bir başka sorun daha var. Hükümetler, devlet iş kapısı mı- hizmet yeri mi, yüksek öğretim diploması bir işe kapaklanmak için mi- irfan ve ilim sahibi olmak için mi? Bu tür sorular toplum hayatıyla ilgili görünür. Bu konuları esas alan yönetim biçimleri geliştirilmiş dünyada. Osmanlı’nın dağılma sürecinde Ahmet Cevdet Paşa, Emrullah Efendi, Ziya Gökalp, Pirens Sabahaddin, Mehmet İzzet, gibi isimler başka ön kabulleri kendilerine dünya görüşü olarak almışlar. Düşünen insanların mutlaka eğitim konusunda da ilkeleri olacaktır. Tuba ağacı nazariyesi Emrullah Efendinin eğitim biçimidir ve çok ciddiye alınmayı hak eder. Pirens Sabahaddin beyin ‘adem-i merkeziyet, teşebbüs-ü şahsi’ ilkesi de çok değerlidir. Türk dünyasında eğitim esaslı felsefeler üretilirken; Batı ve Amerika’da iktisat esaslı düşünceler üretilmiştir. Adam Smithler, Keynesler bu görüşleri manzume haline getiren kişilerdir.

Üniversiteli işsizler ordusu

Ülkemizde işsizlik alıp başını gitmişken, üniversite mezunlarımızın sayısı da aynı ritmi tutturmuş durumda. Üniversite diploması insanlara iş kapısı açmaz hale gelmişken, üstüne üstlük, inadına, kör, parmağım gözüne üniversite sayısında patlama var. Birileri bu milletle dalga geçiyor olmalı. Üniversite diploması iş kapısı açmıyorsa, üniversitelerimizin eğitim ve öğretim niteliği de dünya sıralamasında yer alamıyorsa bu gelişme neyin göstergesi bilen varsa söylesin. Bir de istihzanın derecesini yükselterek, uzaktan üniversite diploması, mektupla üniversite diploması, ikinci üniversite diploması kurumları oluşturuldu. Ortada bir dalga geçen, istihza eden, milleti hafife alan var ama kim? Üniversiteden her hangi bir fakülteden mezun olan insan öncelikle devlet kapısında, hükümet çevresinde bir masa başı iş, kıravatlı bir hayat, sabah 8 akşam 5 iş arıyor. İşe girdikten sonra da evi ile işi arasında taşınmak istiyor, öğle yemeği istiyor, evlilik ve çocukluluk zammı istiyor. Kadro istiyor, emeklilik istiyor. Toplumcu yardım istiyor. Hatta sendikaya üye olmak ve toplu sözleşme yapmak istiyor. Peki ‘ben ne üretiyorum’ diye kendine asla sormak aklına gelmiyor.

Girişimci ruh olmalı

İnsanlara bireysel girişimci bir ruh ve kafa yapısı kazandırmak zorunluluğumuz var. Kişiler üniversiteyi kendini geliştirmek, niteliklerini artırmak için ister hale gelmeli. İş hayatına atılacağı zaman da kazandığı niteliklerini, aileden getirdiklerini, genetik mirasını devreye sokarak kendi işini kurmalı. Hepsinden önemlisi bunun hayatın akışı olduğunu kabul etmeli. Bir gencimiz Sivas’taki Cumhuriyet Üniversite’sinin Edebiyat Fakültesi’ni bitirip Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden lisans diploması almış. Öğretmen olarak atanması gerçekleşmemiş. Yıllar geçince o da yolun çıkmazlığını fark ederek baba ocağına dönmüş. 3 inek ve bir buzağı ile hayvan yetiştiriciliğine başlamış. Doğru bir şey yapmış. O artık bir kendi işinin sahibi, ferdi girişimci olarak hayatını kazanacak. İş aramayacak, tayin beklemeyecek, ay sonu geldi mi, birisinin ona maaş vermesini beklemeyecek. Saymakla bitmeyecek imtiyazlar elde ettiğinin farkında değil. Ama kötü bir durum var. Yaptığı işten rahatsız. Öğretmen olamayışına hayıflanıyor. Diplomasını göstererek, ‘Ben bu işi yapacak adam mıyım’ demeye getiriyor. Bu yanlış.

Kutsal ve saygıdeğer iş

İnsan yaptığı işin öncelikle dine, ahlaka, hukuka, töreye aykırı mı değil mi oluşuna bakmalı. Yapılan iş helal kazanç getirecekse, insanlara zarar vermeyecekse, insanlığa hizmet edecekse o iş kutsaldır, saygıdeğerdir. Helal ve haram terimlerini sözlüklerimizde büyük harflerle yazmalıyız. Helal ve haram gibi, yasal-ayasal olması da önemli. Ama yasal olması her zaman helal olmasını sağlamıyor. Hep ben kazanmalıyım düşüncesi yanlıştır. Kazankazandır düşüncesi daha ahlakidir. Ahlak iyi huy demektir. Yapılan işin iyi huy sınırları içinde olması da, helal-haram sınırlarına sahip olması da çok ama çok önemli. Gençlerimize kendi işinin sahibi olmanın erdemlerini anlatmak ve bunu idrak ettirmek zorundayız.