İNSANDA bedensel hazlara ve ihtiyaçlara talip olan duyguların tamamına nefis denilmiş kimi dillerde. Manevi haz ve ihtiyaçlara da gönül denilmiş. Nefis içinde bir soytarıyı, gönül de içinde bir kibir abidesini saklı tutuyor. Kibir abidesine tasavvufta enaniyet denilmiş. Yani özetle canlılık gereği haz ve ihtiyaçların genel adı olan nefis içinde soytarıyı; manevi haz ve ihtiyaçların adı olan gönül de içinde bir firavun gibi kibirlenen enaniyeti saklar.

İkisi de şeytanın emrinde olmayı daha cazip, kolay görerek uygulamaya yatkındır. Ama nefis içindeki soytarı ayak takımını, enaniyet ise seçkinleri de ifade edebilir. Soytarı istediği bir zevki elde etmek için şirinlikler, sevimlilikler, mizahilikler gösterir. Bu gösterisinde öylesine ileri gider ki soytarılık derekesine inmekten kaçınmaz. Yeter ki, istediği hazzı elde etsin. Her türlü rezilliğe, rüsvalığa tahammül eder. Nefis içindeki soytarı şeytanın ayak takımı askeridir.

Enaniyet kibirlidir. Kendini beğenir, herkesten üstün ve ayrı olduğuna kaniidir. Toplum içindeki vaziyeti onun için çok önemlidir. Elde etmek istediği hazların kaça mal olacağını hep hesaba dahil eder. Bir çok hazdan vazgeçer, kendine yakıştırmadığı hallere razı olmaz. Günahtan, ayıptan, suçtan, kabahatten kaçması imanı değildir, ahlakı da değildir. Sadece karşısına çıkacak ödemenin ne kadar olacağını hesaplar ve ödemek istemediği fiyatlardan kaçınır. Kendisine yakıştıramaz.

Nefis içindeki soytarıya tabi olanlar aşkta guru olmaz derler. Kendilerini sevilenin önünde halı etmekten kaçınmaz. Gönüldeki enaniyete tabi olanlar, ‘o kim ki beni reddediyor?’ diye sorarlar.

Söz de eylem de unutulmaz

Yapılan her hareketin, söylenen her sözün kişiye yakışıp-yakışmadığına kim karar verecek? En nihai noktada Allah karar verecek. Ondan önce de devletin yaptırımlar nizamı. Yasalar kişileri söyledikleri sözlerden ve yaptıkları eylemden mesul tutar. Bu hareket, bu söz sana yakışmadı, yasalara uymadı der ve hesap sorar.

İnsanın kendi yakın çevresindeki insanlar, anne-baba, evlat, anne tarafı büyükler, baba tarafı büyükler, iki tarafın gençleri, orta yaşlıları, kadınları, çocukları hesap sorar. Yani ‘Bu yaptığın hareket, bu söylediğin söz olmadı’ derler.

Söz uçup gider, eylem de yapılır biter demeyiniz. Kulaklarda, belleklerde, anı ve hatıralarda kimi söz ve eylemler yıllarca hatırlanıp kınanır. İşte bu yüzden insan söylediği her sözü, yapacağı her faaliyeti kendisine yakışıp-yakışmadığını hesaplayarak söylemeli-yapmalı.

Kendine gel Müslüman

Kazanmak, ama ne pahasına olursa olsun kazanmak derse insan tarihe geçecek söz dizileri ağzından çıkıverir. Sonra utanması gerekir. Ama o utanma duygusunun ağırlığından kurtulmak için başka çirkinlikler de yapar. Battıkça batar insan. Geçmişinde, mazisinde elde ettiği tüm makam ve mevkilerin ağırlığı heba olur. İnsan durması gereken yeri bilmeli. Başkalarının ağzıyla bir şeylere talip olursa, istemediği makam ve mevkilere talip olur da kazanamazsa, bu defa da ‘Niye kazanamadın ulan’ diye azar işitmeye muhatap olabilir. Bu azardan ve daha sonra gelecek cezalardan korunmak için lüzumsuz şekilde meseleyi tekrar ele geçirmek için tüm mazideki kazanımları heba edecek davranışlara girilebilir.

En sonunda insan kendini hesaba çekmelidir. Zaten İlahi vahiy de, İlahi vahyin öğreticisi de ‘Hesaba çekileceğiniz gün gelmeden, kendini hesaba çekiniz’ uyarısı, tavsiyesi var.

Yaptığın iş sana yakışıyor mu? Çocukların izlediğinde gurur duyabilecek mi? Hem de dünyalık ihtiyacı olmayan insanların, zenginlikten dolayı kulluktan uzaklaşmış Müslüman bilinen insanların doymak bilmeyen hırsları izleyenlere utanma duygusu veriyor. Bu davranış şekli o kişiden kaynaklandığı halde insanları dine karşı soğuk bakmaya itiyor. Kendine gel Müslüman.