Bir gün Hazret-i Ömer (r.a.), Peygamber Efendimiz’in hane-i saadetlerine gelmişti. Odanın içine şöyle bir göz gezdirdi.

Her taraf bomboştu. Evin içinde hurma yapraklarından örülmüş bir hasır vardı. Allah Rasulü onun üzerine yaslanmıştı. Kuru hasır, Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in mübarek teninde izler bırakmıştı. Bir köşede bir ölçek kadar arpa unu vardı.

Onun yanında da, çivide asılı eski bir su kırbası duruyordu. Hepsi bu kadardı!.. Arabistan Yarımadası’nın Fahr-i Kainat Efendimiz’e tabi olduğu bir günde, O’nun dünyaya ait mal varlığı bunlardan ibaretti.

Hazret-i Ömer (r.a.) bunu görünce, içini çekti. Kendini tutamadı, gözleri doldu ve ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): ‘’Niçin ağlıyorsun ey Ömer’’ diye sordu.

O da:

‘’Niçin ağlamayayım ya Rasulallah!

Kayser ve Kisra dünya nîmetleri içinde yüzüyor! Allah’ın Rasulü ise kuru hasır üzerinde yaşıyor!..’’ dedi. Efendimiz (s.a.v.), Hazret-i Ömer’in gönlünü aldı ve:

‘’Ağlama ey Ömer!

Dünyanın bütün nimet ve zevkleri onların, ahiretin de bizim olmasını istemez misin!.’’ buyurdu.

Cenab-ı Hak, en sevdiği kullarını, en ağır çilelerin çemberinden geçirmiştir.

En büyük mahrumiyet ve iptilaları, peygamberlerine, veli kullarına ve derece derece salih mü’minlere yaşatmıştır. Böylece onlar, ilahi imtihan tecellilerine karşı sergiledikleri “sabır, rıza ve şükür’’ haliyle ümmete numune teşkil etmişlerdir. Ayrıca onların bu sabırları, kendileri için de müstesna bir tezkiye ve büyük bir terfi-i derecat vesilesi olmuştur. Şeyh Sadi Hazretleri buyurur: “Senin emrine tabi ve hizmetine amade bir köleye bile lüzumsuz yere ve haddinden fazla öfkelenme. Haddini bil de aşırı gitme!

Zira mahşer günü kölen âzâd olur, serbest bırakılır ve onun efendisi olan sen zincire vurulursan, bu senin için en büyük rezilliktir!..’’