Ahde Vefa...
Muhabbet, dostluk ve bağlılıkta sebat, ahde riayet ve verilen sözde durmak demek olan vefa, İslami şiarlardan biri ve belki de en ehemmiyetlisidir.
Çünkü her insan, imtihan edilmek üzere geldiği bu dünyâda, ruhlar aleminde vermiş olduğu söze sadakatini ispat ettiği taktirde, hayatını mü'min olarak yaşar.
Vefa, insana yakışan ve insana has bir haslettir.
Bir mü'minin şahsiyet inşasında, gönül dünyasının olmazsa olmaz temel direklerinden biridir.
Hiç şüphesiz, öncelikle kendisini yoktan var ederek ona iman nimetini lutuf ve ihsan eden Cenab-ı Allah'a karşı vefalı olmalıdır.
İkinci olarak, yüzü suyu hürmetine gönüllerin Hak katında makbul olduğu, sevgisiyle yoğrulan her gönlü hidayet ufkunda parlak birer kandil yapan Allah Rasulü Efendimiz gelir.
Daha sonra da kademe kademe din büyüklerine,
ana babaya, hısım akrabaya ve bilhassa din kardeşlerimize vefayı gönlümüze yerleştirmelidir. Şunu hiç unutmamalıdır ki, gönlünü vefa sadakatine teslim eden bir mü'minin varacağı son menzil, Cenab-ı Hakk'ın vuslat deryasıdır.
Şeyh Sadi, Bostan'da vefanın nasıl olması gerektiği ile ilgili olarak şöyle bir kıssa nakleder;
Sultan Mahmud Gaznevi'nin çok sevdiği Ayaz isimli hizmetkarı için kendini bilmez gafil birisi şöyle dedikodu etti;
''Acayip şey! Ayaz'ın gönül cezbedici hiçbir güzelliği yok. Sultan Mahmud bu çirkinin nesini seviyor ki?
Bir gülün rengi, kokusu olmazsa, onun sevdasıyla yanıp çırpınan bülbüle şaşılır.''
Bu söz Sultan Mahmud'un kulağına gittiğinde, manevi alemden haberdar olmayan o gafilin derin gafletine çok üzüldü.
Onu yanına çağırarak kendisine şöyle dedi:
''Bak efendi!..Ben Ayaz'ın boyunu bosunu değil; onun tertemiz ve berrak olan iç dünyasını seviyor ve orada bir cennet seyrediyorum.
O öyle bir gönüldür ki kimseye kin ve husumet taşımaz, kalp kırmaz, sadakatine de hayran olmamak mümkün değildir.''
Nitekim bir gün, Sultan Mahmud, maiyyetiyle beraber geçmekte oldukları bir geçitte, üzerinde mücevherat dolu sandık bulunan bir deve ayağının sürçmesi neticesinde kaydı ve düştü.
Bunun üzerine mücevherat dolu sandık da etrafa saçıldı. Sultan Mahmud bu hali görünce etrafındakilerin sadakatini denemek maksadıyla;
''Herkes arzu ettiği kadar sandıktan alsın.
Helal'ü hoş olsun.'' dedi ve kendisi atını sürüp gitti. Sultan Mahmud'un bu sözü üzerine maiyyetindeki atlılar sandıktan bir şeyler alabilmek için Padişah'ın yanından ayrılarak birbirlerini çiğnercesine yere düşen mücevherleri kapışmaya başladılar.
Padişah'ın arkası sıra giden atlılardan yalnız Ayaz isimli yardımcısı, Sultan'ı gölgesi gibi takip ediyordu.
Sultan Mahmud arkasına bakıp da Ayaz'ı görünce;
''Ey benim iç dünyasında cennet seyrettiğim kıymetli yaverim.
Sen bu saçılan mücevherlerden ne getirdin söyle bakalım?'' dedi.
Ayaz'ın cevabı ise, tam bir vefa örneğiydi:
''Padişahım, o dökülenlerden hiçbir şey beni sizin hizmetinizle şereflenmekten alıkoymadı.
Sizin gönlünüze girmek ve muhabbetinize nail olmak, benim için o mücevherlerin kıymeti ile kabil-i kıyas bile olamaz.
Her daim sizin nimetlerinizle perverde olmuş olan bu hizmetkarınız, bir an için olsun sizin yanınızdan nasıl ayrılabilir?"
Şeyh Sadi bu hikayeyi anlattıktan sonra der ki;
"Bak ey kişi! Cenab-ı Hakk'ın dergahında yakınlık istersen, dünyalık peşinde koşup da Hak'tan gafil olma! Rabb'ine karşı vefa sahibi ol!"
Feridüddin Attar Hazretleri'nin de vefa ile ilgili olarak şöyle bir kıssası nakledilir;
Padişahın hususi nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mahir ve usta idi.
Padişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı.
Bir gün Padişah, yine onu yanına almış olduğu halde saray erkanı ile birlikte ava çıktı.
Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen Sultan, gayet neşeli idi.
Fakat birden bu neşesini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, Padişah'ını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı.
Padişah, önce mahzun olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi;
önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti.
Bu hal karşısında Padişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı;
"Huzurumda beni unutarak başka bir şeyle meşgul olmak! Nasıl olur bu?!." dedi.
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefasızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu.
Gazapla:
"Yol verin şu edepsize!" dedi.
Köpek, bu hiddetin manasını kavradı ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı.
Öyle ki, etrafındakiler Padişah'a;
"Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!" dediklerinde Padişah;
"Hayır! Bırakınız öyle gitsin!" dedi.
Ardından ilave etti;
"Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lutufların acısını sürekli yaşasın!.."
Bu itibarla büyükler, Hak yolcularına şöyle seslenmişlerdir:
"Gafillerin de salihlerin de hallerinden layıkıyla ibret al ve Allah'a vefakar bir kul olmaya bak!" Çünkü Allah, kendisine kullukta bulunan güllere çok vefalı davranır, onlara gönlü cezbeden güzel renkler ve hoş rayihalar bağışlar!
