Hep Meşgul Ama Hep Eksik: Biz Neyi Kaçırıyoruz?
Son yıllarda herkesin ortak bir şikâyeti var: “Hiçbir şeye zaman kalmıyor.” Her sabah aynı cümleyle başlıyoruz hayata: “Bugün çok işim var.” Akşam olduğunda ise bambaşka bir cümleyle kapatıyoruz günü: “Hiçbir şey yetişmedi.” Garip değil mi? Teknoloji ilerledikçe kolaylaşması gereken hayat, tam tersine daha yorucu, daha hızlı, daha yoğun hâle geldi. Her şeye anında ulaşabildiğimiz bir çağda, kendimize ulaşamaz olduk. Ve en tuhafı: Bu kadar meşgul olup yine de bu kadar eksik hissetmek.
Bu eksiklik, sonradan gelen bir duygu değil. Aksine, gün boyunca içimizde ağır ağır biriken, görünmez bir ağırlık. Sabah işe giderken hissediyoruz, öğle arasında nefes alırken hissediyoruz, akşam eve gelip koltuğa oturduğumuzda daha çok hissediyoruz. Meşguliyetin bizi doldurması gerekirken, aksine tükettiğini fark ediyoruz. Peki ama neden?
Birincisi, meşguliyeti bir performans göstergesine dönüştürdük. Sanki sürekli dolu görünmek, hayatı verimli yaşadığımızın kanıtıymış gibi. Takvimlerimizde boşluk olması bizi rahatsız ediyor. Bir saatliğine bile boş kalmak, bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi hissettiriyor. Bu yüzden sürekli yeni sorumluluklar, yeni işler, yeni hedefler yüklüyoruz kendimize. Ancak unuttuğumuz bir gerçek var: Dolu görünen her hayat, dolu yaşanan bir hayat değildir. Zamanı doldurmak kolaydır; ruhu doldurmaksa bambaşka bir mesele.
İkinci büyük problem, dikkatimizi bin parçaya bölen dijital akış. Telefonlarımız günün her saatinde elimizin altında. Bir bildirim sesi, bir mesaj, bir e-posta derken dikkatimiz sürekli bölünüyor. Bir işe odaklanmak yerine birden fazla işin yarım yamalak ucundan tutuyoruz. Bu durum hem zihinsel yorgunluk yaratıyor hem de tatminsizlik hissini büyütüyor. Çünkü insan, ancak yaptığı işe bütün varlığıyla odaklandığında doyum hisseder. Ama biz artık hiçbir şeye tam odaklanamıyoruz; dolayısıyla hiçbir şey bize tam iyi gelmiyor.
Üçüncü mesele ise ilişkilerimizin giderek yüzeyselleşmesi. Bir zamanlar uzun sohbetlerin yerini kısa mesajlar aldı. Birlikte geçirilen zamanların yerinde şimdi ayrı ayrı ekranlara bakmalar var. Dostluklar dijitalde sürüyor gibi görünse de içten içe zayıflıyor. Çünkü yakınlık ancak zamanla ve emekle canlı kalır. Oysa biz ne zaman bir arkadaşımızı arasak, “Rahatsız eder miyim?” diye düşünüyoruz. Ne zaman biri bizi arasa, “İki dakika sonra arayayım, şimdi meşgulüm.” diyoruz. Bu yüzden görünürde çok bağlantımız var ama içsel olarak daha yalnızız. Eksiklik duygusunun önemli bölümü de buradan geliyor.
Dördüncü bir sebep ise kendimize karşı sabırsız hâle gelmemiz. Kendimizi geliştirmek istiyoruz, daha iyi bir hayat kurmak istiyoruz ama her şeyi hızla yapmak zorunda olduğumuzu sanıyoruz. Sükûneti unuttuk. Beklemeyi unuttuk. Her şeyin anında olmasını istedikçe, hayatın doğal ritmiyle uyumumuzu kaybettik. Halbuki insan değişmek için zamana ihtiyaç duyar, anlamak için zamana ihtiyaç duyar, kabullenmek için zamana ihtiyaç duyar. Meşgul olduğumuz için değil; kendimize karşı sabırsız olduğumuz için eksik hissediyoruz.
Fakat işin en çarpıcı yanı şu: Meşguliyetin büyük bir kısmı gerçek değil, zihinsel. Bedenimiz bir işe odaklanıyor gibi görünse de zihnimiz sürekli başka yerlere gidiyor. “Birazdan yapmam gereken iş var.” “Yarın önemli bir toplantı var.” “Telefonu kontrol etsem mi?” Bu bitmek bilmeyen iç konuşma, bizi sürekli bir telaş hâline sokuyor. Böyle olunca meşguliyet, gerçek bir üretimden çok bir stres döngüsüne dönüşüyor.
Peki, bu kısır döngüden nasıl çıkacağız? Bunun basit bir cevabı yok ama birkaç temel farkındalık her şeyi değiştirebilir. Birincisi, meşgul olmayı değer göstergesi olarak görmekten vazgeçmek. Gerçek değer, ne kadar çok şey yaptığımızda değil; yaptığımız şeyin bizde nasıl bir iz bıraktığında gizlidir. Bazen bir saatlik bir yürüyüş, tüm gün süren bir işten daha anlamlıdır.
İkincisi, dijital gürültüyü azaltmak. Telefonu sessize almak, bildirimleri kapatmak, belirli aralıklarla ekrandan uzaklaşmak. Bunlar küçük gibi görünen ama zihni inanılmaz derecede rahatlatan adımlar. Dikkati toparlayan, ruhu dinginleştiren, meşguliyetin içinden anlamı seçmeyi kolaylaştıran adımlar.
Üçüncüsü, zamanın niteliğine odaklanmak. Saatlerce çalışmak değil; sindirerek, hissederek, bilinçli bir şekilde çalışmak önemlidir. Aynı şekilde, saatlerce bir arkadaşla oturmak değil; onunla gerçekten konuşmak, onu dinlemek, bağ kurmak değerlidir.
Dördüncüsü, durmayı öğrenmek. Durmak tembellik değildir. Durmak, düşünmek için alandır. Durmak, kendimizi duymak içindir. Durmak, ruhun yükünü indirip nefes alması içindir. Durmadığımız için yoruluyor, yorulduğumuz için eksik hissediyoruz.
Ve son olarak; kendimize karşı daha merhametli olmak zorundayız. Her şeyi aynı anda yapamayabiliriz. Her şeye yetişemeyebiliriz. Bazen yetersiz, bazen şaşkın, bazen kırgın olabiliriz. Bu insan olmanın doğal hâlidir. Eksiklik hissetmek, yanlış gittiğimizin değil; fazla yük taşıdığımızın göstergesi olabilir.
Belki de artık kendimize şu soruyu sormalıyız: “Gerçekten meşgul olduğum için mi bu hâle geldim, yoksa beni ben yapan şeyleri ihmal ettiğim için mi?” Cevap büyük ihtimalle ikincisi. Çünkü insan ancak kendine dönünce tamamlanır; kendi iç sesini duyduğu anda eksikliği azalır; gerçekten yaşadığı anlarda ruhu genişler.
Ve belki de hepimizin duymaya ihtiyacı olan cümle şu: Hayat, meşgul oldukça değil; fark ettikçe güzelleşir.
