HİLYE-İ SAADET...
Hilye lügatte; süs, ziynet, yüz ve ruh güzelliği demektir.
Istılahta ise; Hazret-i Peygamber Efendimiz'in, beşer kelamının imkanları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.
Nahİfş şöyle der:
''Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerife yazsa ve ona çok nazar eylese, Allah Te'ala o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve ani ölümden hıfzeyler.
Şayet bir yere sefer ettiğinde beraberinde götürürse,
o seferinde daima Hak-celle celalühu'nun muhafazasında olur.''
Habib-i Ekrem Efendimiz'in ''nurun ala nur'', diye tavsif edilen mübarek simasını sözle tasvir ederken kelimelerin kifayetsizliği kadar, beşerin O'nun hakikatini müşahede ve idrakteki mutlak aczi de hesaba katılmalıdır.
Hakani'nin dediği gibi;
''Gelmemiştir bilir eşya anı,
Yaradılmışta O'nun akranı…''
Bütün varlıklar O'nun hak peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O'nun benzeri hiçbir zaman vücuda gelmemiştir.
Güzeller Güzeli Efendimiz'in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saadet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskin ve teselli etmektedir.
Katredeki ummanı görmeye çalışan mü'minler, Alemlerin Efendisi'ne olan muhabbetlerini artırarak O'nun üsve-i hasenesinden istifade etmeye,
şemail ve ahlakı ile mütehalli olmaya gayret göstermişlerdir.
Nitekim Hazret-i Hasan, üvey dayısı Hind bin Ebi Hale'ye Rasulullah'ın hilyesini sorarken, içinde bulunduğu halet-i ruhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir;
''Dayım Hind bin Ebi Hale, Allah Rasulü'nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O'na bağlı kalması ve O'nun izinden gidebilmem için, dayımın Allah Rasulü'nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.'' (Tirmizi)
Gül yüzlü Efendimiz'in şemailini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, O'nun mübarek cemalini babaları Hazret-i Ali'dende birçok defa dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.
Muhtelif rivayetlerde hulasaten şöyle buyrulmaktadır:
''Rasul-i Ekrem, uzuna yakın orta boylu idi.
Yaratılışı fevkalade dengeli olup mütenasip bir vücuda sahipti.
Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı.
İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.
Kemikleri ve eklemleri irice idi.
Teni gül gibi pembemsi beyaz, nurani ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübarek vücudu daima temiz idi ve rayihası ferahlık verirdi.
Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri,
en güzel kokulardan daha hoş bir letafette idi.
Bir kimse O'nunla musafaha etse, bütün gün O'nun latif kokusu ile mütelezziz olurdu.
Sanki güller, kokusunu O'ndan almıştı.
Mübarek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar,
o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.
Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.
Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefat ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.
Kaşları hilal gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.
İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki,
Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.
İnci gibi dişleri olup daima misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.
Kirpikleri uzun ve siyah idi.
Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi.
Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.
Siması, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı.''
Hazret-i Aişe buyurur ki;
''Rasalullah'ın yüzü o kadar nur saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O'nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.''
İki kürek kemiği arasında nübüvvetine ait ilahi bir nişan vardı. Birçok sahabi, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefatı esnasında bu mührün gayb alemine gitmesi, irtihalinin tasdiki oldu. (Tirmizi)
Hazret-i Ebu Bekir, mahzun, mağmum, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde; ''Varlık Nuru'na'' nazar ederek;
''Hayatın gibi vefatın da ne güzel ya Rasulallah!..'' demiş ve mübarek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.
Mülayim ve mütevazi idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı.
Daima mütebessimdi.
O'nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O'na can'u gönülden aşık olurdu.
O, kimsenin hanesine izin almadan girmezdi:
Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allah'a ibadete, diğerini ailesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı.
Kendisine ayırdığı zamanını, avam-havas insanların hepsine tahsis eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.
Hiç kimsenin zâahire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hallerin araştırılmasını da şiddetle menederlerdi.
Zira başkaları hakkında zan ve tecessüs, ilahi emirlerle menolunmuştu.
Amr bin As, şöyle demiştir:
''Rasulullah ile uzun zaman birlikte bulundum.
O'nun huzurunda duyduğum haya hissi ve O'na karşı beslediğim tazim duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübarek ve nurlu çehrelerini seyredemedim.
Eğer bugün bana; ''Bize Rasulullah'ı tavsif et,
O'nu anlat'' deseler, inanın anlatamam.''
(Müslim)
O'nun ahlakı Kur'an idi:
Bunu Muallim Naci ne güzel ifade etmiştir:
''Hüsn-i Kur'an'ı görür insan olur hayran Sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur'an Sana''
Kaynak: Erkam Yayınları...
