Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren kendine bir hedef belirlemişti. Hedef Konstantiniyye/İstanbul. Hedef öylesine belirgindi ki, Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Han Aşireti, Anadolu’ya girer girmez yönünü İstanbul istikametine dönmüştü.

Söğüt’e yerleşip biraz kök tutunca civardaki Bizans kalelerini fethedip İznik’e yürüdüler. Sonra Rumeli’ne geçtiler, Rumeli kıyılarını fethettiler. Orhan Gazi, Bizans’ın iç işlerine karışıyordu.

Yıldırım Bayezid ise resmen Bizans üstünde hak iddiasındaydı.

Bugünün bir kısım gençlik maksatsız ve hedefsiz. Yürekleri belirli hedeflere kilitlenmemiş. O zaman da ne yapacaklarını nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Ve başarılı olamıyorlar.

Her genç şu sorulara öncelikle cevap vermeli.

- Hedefim nedir ve nerededir.
- Hedefime hangi vasıtalarla ulaşabilirim.
- Neden ulaşmalıyım.
- Hedefe ulaşmayı yeterince istiyor muyum?

“Gerçekten istemek” Sultan II Mehmed’in Konstantiniyye (Bizans) fethini istemesi gibi olmalı!

“Ya ben Bizans’ı alırım ya Bizans beni alır!” Diyecek kadar…Kendinizi ortaya koyacak kadar istediğiniz halde ulaşamadığınız kaç şey oldu

Madem ki örneğimiz Sultan Mehmed, onun yalnızca “idealinin amelesi(işçisi) oluşuna bakalım.sahi?

Sultan II Mehmed, ordusunun başında bugün Rumelihisarı adıyla anılan yere geldi ve anılan mevkide durdu. İstanbul’u fetih maksadıyla, dedesi Yıldırım Bayezid’in inşa ettirdiği Anadoluhisarı tam karşısındaydı.

Bir tepeciğin üstüne çömelen padişah, uzun uzun Güzelcehisar’a baktı. İyi düşünülmüş, yeri de iyi seçilmişti. Ancak bu hisarın tek başına boğazı kontrol altında tutması imkansızdı.

Karşısına bir hisar daha inşa edilmeli, Bizans’ın şah damarı kesilmeliydi. Böylece Bizans’ın dünya ile irtibatı kopacak, son ikmal yolu da tıkanacaktı. Hisar tam bir boğazkesen olacak ve layık olduğu isim kendisine genç hakan tarafından verilecekti.

“Muradımız şudur ki, bu mevkide bir hisar yapıla. Muhkem ola, boğazı kese ve iznimiz olmadan kuş uçurtmaya…” Padişah hemen oracıkta hisarın şeklini kâğıt üstünde tespit etti. Mimar Müslihüddin Ağa’yı çağırdı.

Tespitlerini plana geçirmesini buyurdu. Gereken bazı düzenlemeleri yine bizzat padişah yaptı ve hemen inşaata başlandı. (1452) Padişah başta olmak üzere herkes çalışıyor, yaşlı vezirler, pir-i fani din alimleri taş ve kireç taşıyorlar, temel kazıyorlar, ayrıca on bin civarında işçi de durmaksızın iş görüyorlardı.

Lütfen manzarayı tahayyül etmeye çalışınız. Devrin en büyük hükümdarlarından biri olan Sultan II Mehmed, koca bir kayayı kucaklamış götürüyor. Her biri cihana bedel alimlerden Molla Hüsrev ki Padişaha sadece ismiyle hitap etme imtiyazındaki nadir simalardandır.

Temel kazıyor, mevkice Avrupa imparatorlarıyla eşdeğer sayılan vezirler harç karıyor.

Hiçbiri mevkiine, makamına, rütbesine, şöhretine aldırmıyor. İçlerinde küçük bir gurur kırıntısı dahi yok.

İşçilerle, yamaklarla, kalfalarla, yeniçerilerle bütünleşmişler, maksatlarına hizmet ediyorlar. Gençler Formül şu: Hedef Konstantiniyye… Araç Boğazkesen Hisarı… Maksat “ila-yı kelimetullah” (tevhit inancını yaymak) … Hedefe ulaşmayı o kadar istiyorlar ki, mevki ve makamlarına bakmadan, amelelik dahil, her işi derin bir vecd içinde yapıyorlar. Acaba o sıralar Bizans yöneticileri ne yapıyordu?

Şarap içip sarhoş olmaktan, rakkase oynatıp eğlenmekten ve mevkilerini mağruren süslenip püslenerek etrafa caka satmaktan başka?

Bizans’ı yere seren gafletle, genç padişahı “Fatih” farka dikkat! İşte bu fark küçücük bir aşireti, çok kısa sayılabilecek bir zaman dilimi içinde imparatorluk eşiğine getiren, Konstantiniyye’nin kapılarıyla birlikte yeni bir çağın kapısını da açtıran…

Bu farktır Osmanlı’yı üç kıtanın hâkimi, Avrupa’ nın hamisi yapan; dünya örneği bir medeniyete, güçlü bir askeri teşkilata, sapa sağlam bir ekonomiye ve kıldan ince kılıçtan keskin adalete sahip kılan… Yine bu farktır devleti yenilmez ezilmez yapan…

Bu fark, millî üstünlük inancı, büyüme isteği yani milli ülküdür. Milli ülküler toplumların yaratıcı kuvvetidir. Türk yaratıcı gücü yani Türk ülküsü yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış bir düşüncedir.

Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olandır. Dedikleri gibi hayal olsaydı gerçekleşebilir miydi? Bununla beraber yirmi birinci yüzyıl mucizeler yılı olmuş, ülkede olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır.

Bu bakımdan Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için haktır. Bu fark, Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yoktur. İmanla ümitsiz hastalar bile iyileşiyor. Dini inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asileştiren bir duygu ve düşüncedir.

Devleti ve milleti yenilmez yapan bu fark kaybolmaya başlayınca yalpaladığımızı, nihayet tökezlediğimizi fark edebiliyor muyuz acaba? Türklerle başa çıkamayan Batı’nın içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, hedefe ulaşmadaki Türk yaratıcı gücü yani Türk ülküsüdür.