25 Aralık 2025
Facebook
Twitter
Instagram
YouTube
İstanbul
Hafif yağmur
11°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Ara

Hz. İbrahim'in Vefatı...

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Hicret'in 10. senesi Rebiülevvel ayının,  

10. günü Salı.

Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. 

Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise, bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocukla­rına karşı adeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.

Hz. Hatice'den dünyaya gelen iki oğlu Kasım ve Abdullah'ı, henüz Mek­ke'de iken ve bebek yaşta ebedi aleme uğurlamıştı. 

Onların ebedi aleme göçüy­le mübarek kalpleri oldukça teessür duymuştu. 

Fakat Hz. Mariye'den sev­gili oğlu İbrahim'in dünyaya ge­lişi onu bir derece teselli ediyordu. 

Bu se­beple, bu biricik oğlunu faz­lasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.

Evet, şefkat, ''rahmet-i İlahiyye'nin en latif, en güzel, en hoş, en şirin cil­ve­rindendir.'' 

Şefkatin en şirini de evlada karşı duyulanıdır. 

Çocuk ise, Cenab-ı Hakk'ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.

İşte, Resul-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi,  

bu ema­nete kar­şı da gere­ken alakayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenab-ı Hakk'ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.

Hz. İbrahim, 16. ayına henüz ayak basmıştı.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. 

Sevgili oğlunun annesi Hz. Mariye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.

Peygamber Efendimiz, hasta yatan nurtopu oğlunun gözlerinde eski par­lak­lığı ve hareketli bakışları göremiyordu. 

Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz,  

sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. 

Bu haliyle ebedi aleme yol­cu olduğunu adeta ifade etmek istiyordu.

Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak, ''Allah'ın takdirine karşı elden ne gelir,  

ey İbrahim?'' diye buyurdu.

Az sonra İbrahim, fani dünyaya gözlerini yumdu.

Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.

Hz. Abdurrahman b. Avf; ''Ya Re­su­lal­lah! 

Siz de mi ağlı­yor­su­nuz? 

Böyle ağ­lamaktan halkı menetmemiş miydiniz?'' deyince, Efendimiz şöyle buyur­dular:

''Ey İbni Avf! Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağı­rışı yasakladım: Nimete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışıyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırt­mak­tan... 

Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir,  

acı­madan ibarettir. 

Merha­met etmeyene, merhamet edilmez!''

''Göz Ağlar, Kalp Üzülür''

Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hakim olamadı. 

Gözleri yaşla dolunca,  

''Göz yaş döker, kalp tees­sür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söy­lemeyiz'' buyurdu ve ilave etti: 

''Vallahi, ey İbrahim! Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mah­zun etti!''

Bir erkek evlada doyamamanın hasretli gözyaşlarını akı­tan Efen­dimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak, ''Ey dağ! Eğer ben­deki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! 

Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz; 

''İnna lil­lah ve inna ileyhi raciun.''

Teçhiz ve tekfininden sonra, en mutena ve mübarek eller üzerinde Hz. İb­ra­him Baki Kabristanı'na götürüldü. 

Efen­dimiz orada cenaze namazını kıl­dır­dı.

Kabir hazırlanmıştı. 

Peygamber Efendimiz, kabirde bir delik gör­dü. 

Kabri kazanın dikkatini çekti ve oranın kapatılmasını emretti.

Kabirci, ''Ya Re­su­lal­lah! 

O delik mevtaya ne zarar verir, ne de fayda!'' de­yin­ce, Kainatın Efendisi şu dersi verdi:

''Evet, o, ölüye fayda da vermez, zarar da; 

ancak dirinin gözüne zarar verir,  

onu rahatsız eder! 

Allah, kul bir iş yapınca onu mükem­mel yapmasını ister.''

Bundan sonra Hz. İbrahim kabre kondu. 

Resul-i Kibriya Efendimiz, müba­rek elleriyle gözyaşları arasında kabrin üzerine toprak serpti,  

su serpti.

Hz. İbrahim'in vefat ettiği gün güneş tutulmuştu.

Halk bunun, onun vefatıyla ilgili olduğunu sanarak, ''İb­rahim'in ölümü se­bebiyle güneş tutuldu!'' dedi.

Efendimiz bunu duyunca, Mescid-i Şerif'e vardı ve Allah'a hamd ve senadan sonra ashab-ı kirama şu dersini verdi:

''Ey insanlar! Biliniz ki güneş ve ay, Allah'ın kudret alametlerinden ikisidir. 

Bir kimsenin vefatı veya birinin hayatı sebebiyle tutulmazlar. 

Bunları tutulmuş gördüğünüzde, hemen mescitlere sığınınız; 

onlar açılıncaya kadar da Allah'a dua ediniz, namaz kılınız!''

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *