05 Aralık 2025
Facebook
Twitter
Instagram
YouTube
İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Ara

GAZETECİ OLMANIN GÜZELLİĞİ VE MUZAFFER KESKİNER

YAYINLAMA:

1977’li yıllar…
Lise bitmiş, üniversite sonuçlarını dört gözle bekliyorum.
Silivri Çanta Köyü’nde harman zamanı.
Buğdayları, arpaları, yulafları biçmiş, büyük lodalar oluşturmuş,
Batos’la taneleri çıkarıyoruz.
Köyümüzün o zamanki köy korucusu rahmetli Yusuf Abinin postacılık görevi de vardı.
Elinde bir zarf ile harman yerine geldi.
Bu benim üniversite sınav sonucumdu.
O zamanki Ankara İTİA Gazetecilik Yüksek Okulu,
şimdiki İletişim Fakültesi’nin
Radyo Televizyon bölümünü kazanmıştım.
Zaten üç tercihim vardı:
Ankara, İstanbul ve İzmir gazetecilik.
Yedi kardeştik ve evin en küçük çocuğu bendim.
En küçük olunca sevilme oranı da daha fazla oluyor,
dövülme oranı da.
Ağabeylerimin arada hırpalaması hariç,
babamın KORUYUCU gölgesi hep üzerimdeydi.
İmdada hemen yetişir,
ağabeylerimin elinden alırdı.
Onların zulmünden beni korurdu.

Köy ortamı, rahmetli babam Recep Öncü’nün gazeteciliğin
ne olduğu konusunda bir fikri yoktu.
En küçük olduğum için de beni öyle uzaklara göndermeye gönlü pek elvermiyordu.
Bana döndü:
“Oğlum bak, tarla, bağ, bahçe, çift çubuk,
traktörler, bir sürü koyun, inek; burada her şeyin var.
Ne işin var gazetecilikte? Senin gazete satarak kazanacağın para
iki üç çuval patates parası.” diye sitem etti.

Sonrasında,
aradan yıllar geçti, okul bitti ve 1981 yılında Tercüman gazetesinde,
Hüsamettin Cindoruk, rahmetliler Vedat Zeydanlı ve de Rauf Tamer’in inayetiyle
Tercüman Gazetesi’nde mesleğe ilk adımı attım.
Kibir gibi olmasın da bir iki yıl içinde meslekte hakikaten
iyi bir gelişme-ilerleme sağladım.
Röportajlar, canlı haberler, yurtdışı seyahatleri; mesleki olarak,
seri röportaj dalında iki defa yılın gazetecisi olmalar
mesleği tadından yenmez hale getirdi.
Arada da köye uğrayıp anamın, babamın elini öper,
sonra dostlarla hasret giderir işime giderdim.
Bu gidişlerimin birinde babam bana:
“Evladım gel, benimle köy kahvesinde bir çay iç,” dedi.
Alışık olduğum bir durumdu.
Babam küçükken beni yanına alır, köy kahvesinde bisküvi arası lokum
ve de kaplumbağa şeklinde çikolatalarla beslerdi.
Kahveye gittik.
Köyümüz siyasi olarak ikiye bölünmüş gibiydi:
Adalet Partililer ve de CHP’liler.
Bizim gittiğimiz kahvede de yıllardır okunan tek gazete vardı:
“TERCÜMAN GAZETESİ”.

Rahmetli canım babam çaylarımızı söyledi, sonra da bana döndü:
“Yahu oğlum,” dedi, “kusuruma kalma.
Bu gazetecilik benim anladığım anlamda gazete satma işi değilmiş.
Eskiden bu kahveye gelirken bana ‘hoş geldin Recep AGA’ derlerdi.
Şimdi bak, ‘Ali’nin babası gelmiş’ diyorlar.
Senin çıkan her yazının, her resminin, röportajının
bu kahvehane insanları müdavimi.
Hemen bana gösteriyorlar.
Tabii gururlanıyorum, seviniyorum.”
Ayağa kalktı, o benim için ÖLÜMSÜZ anı bana yaşattı.
Yanaklarımdan öpüp, “Seninle gurur duyuyorum,” dedi.
Mekânı cennet olsun; hayatı tarlalarda çalışmakla geçen,
bu sayede yedi evlat büyüten MUHTEŞEM BİR BABAYDI.

GAZETECİLİK GÜZEL BİR MESLEKTİR
Evet gönül dostları,
gazetecilik güzel bir meslektir.
Açamayacağı kapı yoktur.
Her ne kadar son yıllarda bazı patronların siyasi ve de mesleki amaçları
doğrultusunda kullanılır hale geldiyse de iyi meslektir.
Havası çoktur, parası azdır.
Sadede gelirsek hayatımızda iki şey çok önemlidir:
Birincisi meslek seçimi, ikincisi eş seçimi.
Ben ikisinde de çok şanslıyım.
Muhteşem bir eşim (Züleyha Öncü),
muhteşem de bir meslek hayatım oldu.

GAZETECİLİĞİN GÜZELLİĞİ
Tercüman Gazetesi’nin gücünü arkama aldığımdan
mesleki olarak, haber olarak önümde açılmadık kapı kalmadı.
Birçok kardeşimi işe soktum, olmayacak işleri oldurdum.
Çok ama çok hayır dualar da aldım.
İşin güzel olanı, hep üst düzey olarak takıldım;
üst düzey siyasiler, cumhurbaşkanları, bakanlar,
genel müdürler hep dostumuz, sırdaşımız, haber kaynağımız oldu.
Bu satırları neden yazdım!
Şu anda İzmir Can Hastanesi’ndeyim.
Can Hastaneler zincirinin sahibi Dr. Muzaffer Keskiner’in makamındayım.
Kahvemizi yudumluyoruz;
bir yandan da özel hastanelerin sorunlarını konuşuyoruz.
Bu makamda kahve içmek, hastaneye gelen normal insanların
özel durumlar dışında pek ulaşacağı bir yer değil.
Ama gazeteciler için durum aynı değil.
Onları bir gün Trump’ın yanında, bir gün Putin’in yanında,
bir gün de Cumhurbaşkanımızın yanında görmeniz
pek yadırganacak bir durum değil.
Muzaffer Hocamız da bu CAN Hastaneleri zincirini kurmadan önce,
ağabeyi Zafer Keskiner ile birlikte,
çocukluğunda çok zorlu bir yaşam sürecinden geçmiş.
Çok fakir bir aileymişler, babası inşaatlarda gecesini gündüzüne katarak
ekmek peşindeymiş.
Baba-anne köy ortamında onları topluma kazandırmak,
okutmak için çok çalışmışlar.
Başa çıkamayınca da Almanya’ya gurbet yollarını tutmuşlar.
Ve istekleri olmuş; evlatlarından biri doktor, biri de makine mühendisi olmuş.

Özetle dostlar, Muzaffer üstadımla kahve muhteşem,
sohbet şahaneydi.
Çünkü kendisinin üç çok önemli özelliği vardır:
Birincisi, üst düzey bilgili bir kadın doğum uzmanı.
İkincisi, çok okuyor; siyaset dahil her konuda bilgili.
Üçüncüsü, 65’i aşan yaşına rağmen her gün,
yaz kış demeden 10 bin adımdan az yürümüyor.
Eh, bu günlerde de DEDE olmanın muhteşem zevkini de yaşıyor.
Oğlu Umutcan mühendis,
güzel kızı Ezgi de uzman beyin doktoru.
Ve Muzaffer Bey üstadımın da etrafında,
evlatlarının civcivleri dolaştıkça yaşam onun için
tadından yenmez hale geliyor.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *