Hallac-ı Mansur...
Asıl adı; ''Hüseyin bin. Mansur'dur.'' Hallac denilmesinin sebebi şudur: Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylendi. Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümsedi; "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek, parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kismi ise, diğer tarafa ayrıldı.Hallaç şaşırıp kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı.Bundan sonra da ona; ''Hallac-ı Mansur'' dendi.
Pek çok kerametleri görüldü.
İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalblerinden geçenleri Allah'ü Te'âlâ'nın izni ile haber verirdi.
Enel Hak dedi:
Allah'ü Te'âlâ'nın aşky ile kendinden geçtiği bir sırada; "Enel-Hak'' dedi. Bu sözün anlami; ''Ben Hakkım'' demek ise de, Haktan başka hiç kimse yok, demek istemişti. Bu sözü için katline fetva verdiler. Halife, onun bir yıl zindana atılmasını emretti. Fakat halk yine ona gidip bazı meseleler soruyordu. Daha sonra ziyaret de yasaklandı. Şeyh Ebu Abdullah-ı Hafif anlatır:
"Hile ile Hallac-ı Mansur'u görmeye gittim. Yumuşak halılar ve döşeklerle döşenmiş, güzel bir oda gördüm. Oradaki köleye, "Şeyh nerede?" dedim. "Abdest alıyor" dedi. "Bu zindanda ne iş yapıyor?" dedim. "13 batman ağırlığında bir demir bağ ile, her gün bin rekat namaz kılıyor" dedi. Sonra, "Bu zindanda eşkıya ve hırsız çok, onlara nasihat eder" dedi. Biz konuşurken o abdest alıp geldi. Bana: "Ey genç nerelisin?" dedi. "Şirazlıyım" dedim. Meşayihlerden sordu.Ebü'l-Abbas ibni Ata'ya gelince, "O'nu görürsen, o mektupları yakmasını söyle." Tam bu sırada zindancıbaşı içeri girdi. Saygı gösterdikten sonra, "Düşmanlar beni halifeye gammazlamışlar. Güya ben, ululardan birini buradan bin dinar alarak salmışım. Yerine de halktan birini hapsetmişim. İşte şimdi beni katledecekler" dedi. Şeyh: "Var selametle git" dedi. O gittikten sonra, şeyh hücrenin ortasında dizleri üzerine gelerek, ellerini havaya kaldırdı. Başını önüne eğdi. Şehadet parmağı ile işaret ederek ağladı.Kendinden geçerek yüzünü yere koydu. O sırada zindancıbaşı içeri girdi. Şeyh: "Ne oldu?" diye sordu. Zindancıbaşı: "Kurtuldum" dedi. "Hangi sebeple kurtuldun?" diye sordu. Halife; "Seni öldürecektim. Şimdi sana gönlüm ısındı. Tekrar affettim" dedi.
Yüz kırbaç vurun:
Halife, "O, fitne çıkarmak istiyor, onu katledin veya ''Enel-Hak'' sözünden dönene kadar dövün" emrini verdi. O'na önce yüz kırbaç vurdular. Hiç ses çıkarmadı. Ölmediğini görünce, ellerini ve ayaklarını kestiler. "Korkudan sarardığımı sanmayın. Kan kaybetmekten sararıyorum" buyurdu. Darağacında "Tasavvuf nedir?"diye sordular. "Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu hâldir." "Ya ileri derecesi?" dediler. "Onu görmeye tahammülünüz olmaz" dedi.
İdam edilmeden önce halk taş atmaya başladı.
Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hatta tebessüm ediyordu. Bir dostu, gül attı. O zaman inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni tanımaz. Halden anlayanların bir gülü beni incitti" dedi. Ellerinden, bacaklarından sonra, dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; "Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi reva görenleri affet!" diye yalvardı.
Daha sonra; ''dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.'' Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdat'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallac bu kimseye, şehid edilmeden önce: "Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atarlar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdat'ı basar. O zaman hırkamı nehre götürüp at" buyurmuştu.
Hallac-ı Mansur, ''La ilahe illallah'' demeyi o kadar çoğaltmıştı ki, anması kalbden ruha geldi. Orada ünsiyet peyda ederek ilahi aşka kavuştu. Dünyadaki her şeyi hatta kendi adını bile unuttu. Aşk sarhoşluğu kapladı. Buna sekr hali deniyor. Bu halde iken, ''Sen kimsin?'' diyenlere; ''Enel-Hak'' diye cevap verdi.
Ali Ramiteni hazretleri buyurdu ki:
''Hallac-ı Mansur zamanında Hace Abdulhalık-ı Goncdüvaninin talebelerinden biri bulunsaydı, Mansur idam edilmezdi.Yani Hace hazretlerinin talebelerinden biri bulunsaydı, Hüseyn Mansuru teveccühleriyle, içinde bulunduğu makamdan tez geçirirdi. İdam edilmesi gerekmezdi.
Hallac-ı Mansur, ''Enel-Hak'' Ben Hakkım, dediği gibi, Bayezid-i Bistami hazretleri de sekr halinde Sübhani yani ''Ben Sübhanım'' demiştir.
Talebeleri, ''Siz kendinizin sübhan, yani ilah olduğunu söylediniz'' demeleri üzerine;
''Bir daha öyle bir şey söylersem, beni kılıçla kesin'' buyurdu.
Sekr hali kaplayınca yine ''Sübhani'' dedi. Hemen hocalarının emri üzerine kılıçla vurdular. Fakat kılıç kesmedi. O hal üzerinden gidince, yine ''Sübhani'' dediğini söylediler. Niye beni öldürmediniz? buyurdu. ''Kılıç kesmedi'' dediler. O vakit, Demek o sözü söyleyen, bu haldeki Bayezid değildi, buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Evliya, sekr karışmayan hallerde böyle uygunsuz sözler söylemez. Uyanıklık halinde olanlarda sekr hiç bulunmaz sanmamalıdır.
Cüneydi Bağdadi hazretleri, sahvın sekrden daha üstün olduğunu söylediği halde, sekr karışık olan o kadar sözleri vardır ki, saymakla bitmez. ''Bilen de Odur. Bilinen de Odur'', demiştir.
