Cahiliye adetlerinin günümüzde de var oluşu...
Cahiliye devrinde insanlar, batıl adetleri onların doğruluğuna inanarak işliyorlardı.
Rasul-ü Ekrem Efendimiz, hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur;
''Cahiliye işlerinden olduğu halde hala ümmetim arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri dört adet vardır;
''Geçmişleri ile övünmek, başkalarını neseplerinden dolayı ta'n etmek, yıldızlardan yağmur beklemek ve ölünün ardından ağıt yakarak bağırıp çağırmak.''
Zikredilen dört cahiliye adetinin birincisi;
soy sopla, geçmişle ve atalarla övünmektir.
İnsan bazı nisbetleri bütün bütün silip atamaz;
belki silip atmamalıdır da.
Mesela, Rasul-ü Ekrem, Efendimiz'in mübarek soyundan gelmiş temiz şecereler ''sülaleler'' ve onların şecereleri ''soy ağaçları, o soyun bütün fertlerini gösteren cetveller'' de vardır.
Onlar da, ''Allahım, bu mübarek soydan gelmek ve o altın, yakut, zeberced zincirin bir halkası olmak bizim elimizde değildi; bize bu lütfu Sen ihsan buyurdun.
Sana binlerce hamd ü sena olsun.'' demeli;
onu caka mevzuu yapmamalı, kendilerini farklı bir konumda saymamalı ve bu mazhariyetten dolayı asla fahre kapılmamalıdırlar.
Üstünlük soy sopta değildir.
Nezd-i Uluhiyette sizin en kerim olanınız, en muttaki olanınızdır.
Hazreti Ömer'in dediği gibi, ''Allah bizi dinle aziz kılmıştır.''
Bunun haricinde fazilet ve üstünlük vesileleri aramak beyhudedir.
Cahiliye işlerinden olduğu halde hala ümmet arasında mevcut bulunan, onların da terk etmedikleri bir adet de başkalarını neseplerinden dolayı ta'n etmektir. Haddizatında, kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu belki çok daha eski medeniyetlere dayanmaktadır.
Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan'da doğduğu söylenen ''kast sistemi'' inancı, aslında, Enbiya-i izamın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen bütün insanların tabiatında vardır.
Vahyin ışığına sırt dönen bütün toplumlarda havas ve avam, zenginler tabakası ve ayaktakımı sınıfı ya da soylular ve köleler şeklindeki ayırımlar mutlaka olmuştur olmaktadır.
İlahi mesajın gölgesinde nefsini dizginleyememiş kimseler bazen soya sopa, bazen mala mülke, bazen de şana şöhrete bağlı olarak kendilerine bir nevi kudsiyet, bir fevkaladelik ve bir farklılık atfetmişlerdir. Kendilerinin dışındakileri de hep ikinci ya da üçüncü sınıf vatandaş olarak görmüşlerdir.
Maalesef, günümüzde de her toplumun içinde sorgulanamaz zümreler mevcuttur.
Bunlar da bir nevi kast sistemine inanmakta,
Haşa ve kella kendilerini Zat-ı Uluhiyet'in ağzından, gözünden varedilmiş gibi görmekte ve kendileri dışındakileri de tırnaktan yaratılan kimseler olarak kabul etmektedirler.
Bazı kimselerin, ''Ne yani, benim oyum bir köylünün oyuyla bir mi sayılacak!'' demeleri işte bu inançlarının ifadesidir.
Ashab-ı Kiram'ın pek çoğunun da anne babası müslüman olamadan göçüp gitmişlerdir.
Bu açıdan da mesele insanların kendilerindeki iyilik ve güzelliklerdir, hiç kimse geçmişinden ve nesebinden dolayı kınanmamalı, ayıplanmamalı ve farklı yere konulmamalıdır.
Bir cahiliye adeti de yıldızlardan yağmur beklemek ve yağan yağmuru yıldızlardan bilmektir.
Yıldız ve burç falı, eski Hint geleneğine kadar uzanan bir geçmişe ve astronomiyle birlikte ele alındığı dönemlerde bilimsel bazı açıklamalara sahip görünse de esasen insanın uçsuz bucaksız varlıklar alemi karşısındaki acz ve merakının, bunalım ve arayışının ürünüdür.
Zeyd b. Halid el-Cüheni'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle denmektedir:
''Rasulullah zamanında yağmur yağmıştı;
bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu:
''Rabbinizin bu gece ne dediğini biliyor musunuz? Kullarıma her nimet verişimde mutlaka bir grubu o nimet yüzünden küfre girerler; çünkü,
''Bu yağmuru bize falan yıldız gönderdi'' derler ve kafir olmuş olurlar.
Fakat Bana inanan ve verdiğim yağmurdan dolayı Bana hamd edenler, yıldızlarda yağmur verme gücü olmadığını ikrar ederler.
Kim yıldız bize yağmur verdi derse, işte o Beni inkar edip yıldızın yağmur yağdırma gücü olduğuna inanan müşrik kimsedir.'' (Müslim)
Cenazeye iştirak eden kimseler, gerçekten mevtayı hayırlı bir insan olarak tanıyorlarsa hüsn'ü şehadette bulunmalı, aksi halde sükut etmelidirler.
Bunun doğru bir uygulama olup olmadığının da münakaşası yapılabilir; zira, Allah Rasulü'nün uygulamasında böyle bir şey yoktur.
Belki o insanların mevta hakkında güzel mülahazalara yönlendirilmeleri, o güzel düşüncelerin dua yerine geçmesi gibi mütalaalarla şahitlik yaptırılıyor olabilir. Oğlu İbrahim daha küçücük yaşında vefat edince, Müşfik Nebi, gözyaşlarıyla yanaklarını ıslatmış ve etraftakilerin ''Sen de mi ya Rasulallah?'' sualine muhatap olmuştur.
Peygamber Efendimiz'in cevabı bizim için çok güzel bir ölçüdür; ''Göz yaşarır, kalb hüzünlenir;
buna rağmen, biz Rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!''.
