05 Aralık 2025
Facebook
Twitter
Instagram
YouTube
İstanbul
Açık
15°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
Ara

Kıssadan hisse almalıyız...

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Hasan-i Basrî hazretlerinin talebelerinden Habîb-i Acemî hazretleri, önceleri çok zengin birisi idi. Tefecilik yapar, faizle para verirdi. Bir gün evinde, tam yemek yiyecegi sirada kapiya bir dilenci geldi ve 'Allah rızâsı için bir sadaka' dedi. Habîb, onun yüzüne kapıyı kapattı, o fakiri mahzun bir halde geri çevirdi. Sofraya döndüğünde kabın içindeki yemeğin kana döndüğünü gördü! Bu hâdise karşısında dehşete düştü! Kendisini bir korku sardı! Yerinde duramaz hâle geldi!..

Bir cuma günü, Hasan-ı Basrî'nin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken, oyun oynayan çocuklar, Habîb-i Acemî'yi görünce, aralarında;

Kaçın, kaçın! Tefeci Habîb geliyor! Ayağından kalkan toz, bize de gelir ve biz de onun gibi bedbaht oluruz, diyerek kaçıştılar.

Çocukların bu sözleri, ona çok ağır geldi.

Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine varıp elini öptü. Huzurunda tevbekâr oldu. O da Habîb'i talebeliğe kabul etti.

Oradan ayrılıp evine dönerken, kendisine borcu olanlar onu görünce, alacaklarını talep eder, korkusu ile kaçışmak istediler. Habîb-i Acemî bu vaziyeti anlayınca,

Kaçmayın, bugün asıl benim sizden kaçmam lâzım, dedi. Ve kimden ne alacağı varsa, hepsini bağışladığını îlan etti.

Çocukların yanından geçerken, çocuklar bu sefer birbirlerine,

Kaçın, kaçın! Tevbekâr Habîb geliyor. Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa, bizler Allâh'a âsî olmuş oluruz... diyerek kaçıştılar. Habîb, bu sözleri duyunca çok duygulandı. Yüreği sızlayarak,

'Yâ Rabbbî! Sana sonsuz hamd'ü senâlar olsun ki, bir tevbemle ismimi kötüler arasından çıkarıp iyiler arasına kaydeyledin' diyerek Allâh'a iltica etti.

****

Tekkeye Gelen Sarhoş:

Ebu Said-i Mihne tekkede dervişleriyle oturuyordu. Birden içeriye perişan bir halde biri giriverdi. Yapılmayacak şeyler yapmağa, ağlamaya dövünmeye başladı. Şeyh onu yanına gelmiş, yerlere yıkılmış olarak görünce acıdı, kalkıp yanına gitti.

Ey sarhoş, kendine gel. Burada öyle gürültü yapıp durma, neden ağlıyorsun? Ver elini bana, ayağa kalk, dedi.

Sarhoş dedi ki:

Ey şeyh, Allah sana yardım etsin. El tutmak senin harcın mı? Sen başını al da git. Yıkılmak bneim payıma düştü, bırak beni. Eğer herkes düşkünlerin elinden tutabilseydi, karınca yiğitlik meclisinin baş köşesine otururdu. Bu iş, senin yapabileceğin bir şey değil. Çekil başımdan!

Bu sözleri duyan şeyh yere yıkıldı, sapsarı yüzü kanlı gözyaşlarıyla kızıla boyandı.

Ey kendisinden başka var olmayan, ey herkesin feryadına yetişen, benim imdadıma sen yetiş. Düştüm ben, elimi sen tut.

****

Allahü Teâlâyı Bilirmisin?

Abdullah bin Mübarek, bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allah'ü Teâlân'in ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, on'a Allah'ü Teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:

Evlâdım, Allah'ü Teâlâyı bilir misin? buyurdu.

Çocuk:

Kul nasıl sâhibini bilmez? dedi.

Allah'ü Teâlâ'yı ne ile biliyorsun?

Bu koyunlarımla.

Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?

Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allah'ü Teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah'ü Teâlâyı, böylece bildim.

Allahü Teâlâyı nasıl bilirsin?

Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.

Böyle olduğunu nasıl bildin?

Yine bu koyunlardan.

Nasıl?

Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü Teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım.

Abdullah bin Mübârek:

İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.

Çocuk:

Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.

Peki başka ne öğrenmişsin?

Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.

Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.

Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise, bedenimden uzaklaştırırım.

Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:

Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.

Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *