Nakîbu'l-eşrâf
Hz Muhammed (sav)'in neslinden gelen kişilerle ilgili işleri gören kimse.
Hz Peygamber'in nesli, kızı Fâtımâtü'z-Zehrâ ile damadı ve amca oğlu Hz Ali 'den devam etmiştir.Hz Ali'nin, büyüğü Hz. Hasan ve küçüğü Hz. Hüseyin o anoğullarından gelen zürriyet zamanımıza kadar ulaşmıştır.
Hz Hasan'dan gelen kola "şerif", Hz Hüseyin'den gelen kola ise, "seyyid" denilmiştir. Ehl-i beytten olanlara, İslâm tarihinin ilk devirlerinden günümüze kadar, her devlet ve iktidar tarafindan çok hürmet ve saygi gösterilmiştir. Nakîbül-eşrâf adı verilen kişi, bu soydan gelenler arasından seçilir ve Hz Peygamber (sav) neslinden gelenlerin işlerine bakar, neseplerini kaydeder, doğumlarını ve ölümlerini deftere geçirir, gelişigüzel mesleklere girmelerine engel olur ve ganimetlerden kendilerine ait paylarını alıp aralarında dağıtır, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine mani olurdu. Bu açıdan nakîbül-eşrâf, Peygamber (sav) hanedanı mensuplarının umumi bir vasisi hükmünde idi. ( Osmanlı Tarih Sözlüğü)Nakîbül-eşrâflık makamı, gördüğü fonksiyonların şerefi itibarıyle, en yüksek mertebelerden biri kabul edilir ve halifeden sonra protokolde yerini alırdı Bu sebepten dolayıdır ki, Abbasi halifesi el-Kâdir Billah zamanında nakîbül-eşrâflık görevini yürüten Şerîfü'r-Râdî, halifeye hitaben yazdığı bir şiirde, "Aramızda bir fark varsa, o da sen halifesin ben değilim Başka yönlerden birbirimizden farkımız yok!" demişti
Osmanlılar, seyyidlere "emir", başlarına sardıkları yeşil sariğa da "emir sarığı" derlerdi. Hz Peygamber (sav) soyundan gelen kadınlar da başlarına yeşil bir alâmet takıyorlardı. Şerif ve seyyidler her zaman yeşil sarıkla gezmeye mecburdu, ancak bunlardan biri şeyhülislâm olacak olursa o zaman şeyhülislâmlara mahsus beyaz sarık sarardı (Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı).
Osmanlı Devletinde nakîbül-eşrâflık makamı, Ramazan 802-Mayıs- 1400'de Sultan Yıldırım Bayezid döneminde tesis edilmiş ve Emir Buhari talebelerinden Bağdatlı Seyyid Ali Nita' b Muhammed adında biri, Anadolu'daki seyyid ve şeriflere nâzir tayin edilerek, kendisine ayni padişah tarafindan Bursa'da yaptirilmiş olan Ebu Ishak Kâzerûnî Zaviyesi'nin tevliyeti verilmiştir. (Hadâikul-Hakâik)
Nakîbül-eşrâflık ünvanı Osmanlılarda XV yüzyıl sonlarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
Bu ünvan kullanılması ile ilgili olarak şu olay nakledilir: Sultan II Bayezid döneminde, padişahın hocası Seyyid Abdullah oğlu Seyyid Mahmud, 900/1494te şerif ve seyyid teşkilâtının başına getirilmişti. Seyyid Mahmud, Arap ülkelerinde seyyid ve şeriflere nezaret eden kişiye "nakîbül-eşrâf" denildiğini görmüş ve bu durumu hükümete intikal ettirerek kendisine bu ünvanı verilmesini talep etmişti. (Atâî)Bunun üzerine sözkonusu ünvan kendisine verilmiştir. Nakîbül-eşrâflik makami, Osmanli saltanatinin ilgâsina kadar devam etmiştir.
Seyyid ve şeriflerin kanun ve âdetlere aykiri hareketleri olursa ve Istanbul'da ise, nakîbül-eşrâf, taşralarda ise, kaymakamlari tarafindan cezaya çarptirilirdi. Cezalandirma sirasinda, önce başindaki yeşil sarik alinarak öpülür; ceza işlemi bittikten sonra başlik iade edilirdi. Öte yandan mahkemelerde ve divanlarda, davacilar arasinda seyyid ve şerifler varsa, bunlarin davalarina digerlerinden önce bakilirdi (Uzunçarşili)
Padişah cüluslarinda hükümdara, önce nakîbül-eşrâf bey'at edip dua eder, sonra protokol bey'atini yapardi Bayram tebriklerinde de öncelik nakîbül-eşrâfa aitti Her iki tebrikte de rütbesi ne olursa olsun, padişah nakîbül-eşrafa ayaga kalkar ve alkiş yapilirdi Osmanli padişahlarinin cüluslarinda bazi nakîbül-eşraflar, kiliç alayi merasiminde yeni padişaha kılıç şatmışlardır (Uzunçarşılı).
Diğer taraftan nakîb kelimesi, tekkelerde şeyh vekili makamında bulunan sülûk'ü ilerlemiş dervişler hakkında da kullanılmaktaydı Rifâî, Sa'dî ve Bedevî tarikatlarında sülûklerini ilerletmelerine rağmen "nukebâ" derecesine ulaşamamış dervişlere "nakîb" denilmekteydi.
